www.soL.org.tr
Cazabesk-Cazamanda ya da Arabesk-Maganda
23 Nisan 2007, Pazartesi
resim

ALİ CENK GEDİK

 

Pop Yazılar: Varoştan Merkeze Yürüyen “Halk Zevki”
Orhan Tekelioğlu
Telos Yayıncılık, Mart 2006, İstanbul

 

İnsan çocukluğundaki düşünme sistematiğini hatırlayabilseydi, gerçekten ilginç olurdu. İnsanın kendisini ve dünyayı algılayışı fizyolojik, ideolojik ve kültürel şekillenmeler sonucu büyüdükçe bambaşka bir hal alıyor. Pirelerle ilgili bir deney var. Pireyi önce uzun bir kavanozun içine koyarlar, bir süre kavanozda kaldıktan sonra, serbest bırakıldığında pirenin ancak kavanozun boyu kadar sıçrayabildiği görülür. Bu deney kademeli olarak kavanoz boyları kısaltılarak tekrarlanır. Pire de her serbest kalışında ancak en son içinde kaldığı kavanoz boyu kadar sıçrayabilir. Belki de pire daha önce ne kadar yükseğe sıçrayabildiğini unutuyordur. Büyümek bana böyle bir şey gibi geliyor. Ya da kapitalist bir dünyada yaşlanmak. Başka bir deneyde ise yetişkinlerin olduğu bir sınıfta tahtaya bir nokta işareti koyulur ve sınıftakilere bunun ne olduğu sorulur. Yanıt sözbirliğiyle “Bir Nokta!”dır. Aynı deney henüz okul çağında olmayan çocuklarla tekrarlandığında alınan yanıtlar uzun bir listedir: Balon, uçak, tekerlek, kuş, şemsiye vs.

Ancak insanda farklı derecelerde de olsa naif denilen çocuksu bir yan kalıyor. Orhan Tekelioğlu’nun kitabı bu anlamda bir “naif”lik taşıyor. Tekelioğlu arabesk müziğe karşı duyulan tepkiye karşı bir çocuk oyunu gibi “cazabesk” kavramını ortaya atıyor. Böylece arabesk dinleyenlere atfedilen maganda tanımlaması da cazabesk dinleyeler için “cazamanda” oluyor. Tekelioğlu’nun “oyunu” şöyle:

“Tutun ki altmışlı yılların sonunda, müzik dünyasını birbirine katan kırkbeşlik, Orhan Gencebay’ın ‘Bir Teselli Ver’ şarkısı değil de, Pekcan/Ötenel/Sun imzalı ‘Caz Semai’ albümü olsaydı, yani Türk müziğinin bu caz yorumuna halk büyük bir itibar gösterseydi. Daha sonra, aynen arabeske yapılan muamele gibi, dönemin ‘itibarlı’ aydınları bu müziği ‘yoz’ müzik diye nitelendirseleredi. Ona bir ad takıp ‘Cazabesk’ deselerdi.”(1)

Benim de caz-arabesk ikilisine dair bir oyunum vardı, kitapta bu sözleri okuyunca hemen aklıma geldi: Türkiye emperyalist bir ülke ve tüm dünyada caz yerine arabesk müzik itibar görüyor. Arabeske ya da emperyalist bir ülkede yaşamaya bayıldığımdan değil sırf “oyun” olsun diye düşünmüştüm. Bu kez kitabın başka bir bölümünde Türkiye’yle ABD arasında kültürel anlamda benzerlikler bulunduğunu okudum. Türkiye ve ABD’nin yaşadığı tarihsel göçler ve sınıf oluşumları anlamında Tekelioğlu her iki ülkenin popüler kültüründe bir benzerlik tespit ediyor. Yüksek kültür/düşük kültür ayrımı anlamında Türkiye’yi Avrupa’dan çok daha fazla ABD’ye yakın buluyor. Avrupa’da “Modern kapitalist topluma dönüşüm süreci soyluluğun dönüşümünü de içermiş, feodal geleneğin aristokrat kökenli kültürel beğenileri, yükselen sınıfın mensubu olan burjuvalar tarafından sahiplenilmeye çalışılmıştır. Avrupa tarihindeki sınıfların oluşumu, seçkinci kültürler ve kültürel beğeniler ilişkisi birbirine içkindir.”(2)

Kitabın özellikle daha önce gazete ve dergilerde yayınlanmış yazılardan oluşan bölümünde (3), popüler kültüre dair bu tür bir naif bakış oldukça belirgin. Yani hiç bir şeyi verili olarak kabul etmeyen, sürekli sorgulayan bu anlamda da sürekli rahatsız eden bir bakış. Kitabın ana temalarından birisi kültüre dair elitist bakışın eleştirisi olduğu için rahatsız olanlar da doğal olarak “elitistler” olacaktır. Akademik yazılardan oluşan diğer bölümdeyse Tekelioğlu Türkiye’deki bu elitizmin nedenlerini araştırıyor. Bu anlamda akademik yazıların en azından kalkış noktasında da benzer bir naif bakışın yer aldığını düşünüyorum.

Türkiye popüler kültürü ve “aydınlar”ın pozisyonu
Bu “naif”likler bir yana, kitap analitik olarak üzerine çok fazla kafa yorulmayan Türkiye popüler kültürü üzerine bir çalışma olması anlamında bile aslında yeterince davet edici bir kitap. Ancak ele aldığı konunun cazibesi dışında kitabın alışık olduğumuz “akademik” çalışmalardan hemen ayırt edilen önemli özellikleri var. Ve aslen bu özellikler kitabı davetkar olduğu kadar kışkırtıcı bir çalışma da kılıyor. Birincisi kitap baştan sona “sıkıcı” literatür aktarımı ardından birkaç sayfa ya da paragraflık özgün düşünce ve sonuçları sunmuyor. Doğrusunu söylemek gerekirse elbette varolan literatüre dair göndermeler var. Ancak bunların sadece konuyu daha anlaşılır kılma amacının ötesine geçmeyecek kadar sınırlı olduğu söylenebilir. İkincisi kitabın Orhan Tekelioğlu’nun Türkiye popüler kültürüne dair özgün düşüncelerini bütünlüklü bir biçimde yansıttığını söylemek abartı olmayacaktır. Üçüncüsü kitap hem “memleketi” anlamaya çalışan hem de “sınıftan kaçmayan” bir hocanın/sosyoloğun samimi ve üretken çabasını yansıtıyor.

Evet, kitap ağırlıklı olarak daha önce çeşitli bilimsel dergiler, Mag dergisi ve Milliyet Pazar’da yayımlanmış yazılardan oluşuyor. Ancak “sıkıcı” akademik çalışmalardan ayrılmasını sağlayan şey elbette kitabın bu özelliği değil. Bu hem akademik yazılardan hem de “Ali Atıf Bir”leşmeyen gazete ve dergi yazılarından rahatlıkla görülebilir. Ali Akay’ın giriş yazısında belirttiği gibi: “ ‘Akademik Yazılar’ diye adlandırılan bölümde dilin akademik olmaktan çok, konunun akademik olarak ele alındığını farkedeceğiz…En bilimsel olan ile en güncel olan arasındaki uzaklık bir bakıma en yakın ilişkiyi sürdürmektedir.” Akademik ya da değil hangi formatta olursa olsun kitaptaki yazılar Tekelioğlu’nun ortaya koyduğu temel sorunlar ve cevaplara dair ipuçlarıyla bir bütün oluşturuyor. Bu anlamda kitabı önce kuramsal bir çerçeve sunan “ağır” akademik yazılar ve sonra bu kuramsal çerçeveye dayalı haftalık “hafif” gazete/dergi yazıları olarak iki ayrı bölüm olarak düşünmek üç nedenle doğru değil. Birincisi akademik yazıların oluşturduğu kuramsal çerçeve olgulardan bağımsız içi boş bir kasnak gibi bir şey değildir. İkincisi haftalık yazılar her seferinde bu kuramsal çerçeveye yeni olgular sunarak kuramsal olanın sınandığı ve uygulandığı bir alana karşılık gelmektedir. Üçüncüsü bu “ağır” ve “hafif” yazılardan oluşan melez format aynı zamanda çok alışık olmadığımız biçimde kitaba yazılan iki ayrı giriş yazısının yazarlarında da görülebilir: Bir yanda popüler bir gazetenin köşe yazarı Emre Aköz diğer yanda da akademisyen Ali Akay. Tekelioğlu’na göre aynı zamanda Türkiye popüler kültürünün önemli bir özelliği olan melez karakterin kitabın formatını da oluşturması, tam da Türkiye’deki aydınların kültüre dair elitist bakışına bu kez biçimsel bir yanıt gibidir.

Daha açık ifade etmek gerekirse popüler kültür ürünlerinin Cumhuriyet tarihi boyunca istikrarlı bir biçimde neden aydınlar tarafından “yoz” bulunduğu sorusu Tekelioğlu’nun temel kalkış noktasıdır. Diğer yandan Tekelioğlu’nun popüler kültüre bakışı ne yüceltici ne de aşağılayıcıdır. Bunun anlamı ise bir bilim adamının inceleme nesnesine karşı “mesafeli” duruşu kesinlikle değildir:

“Onları (arabesk dinleyenleri a.c.g.) savunmam aslında kendi yaşam alanımı savunmamdır…Yani, aydın arabesk dinlemez, dinlemek isteyenlerle de ortak bir toplumsal kesişimi falan da yoktur, ama kestirir atar; ‘Bu müzik kötüdür.’ ‘Niye kötüdür’, diye ahlaki bir soru sorulduğunda, size toplum adına cevabı yapıştırıverir: ‘Kötüdür, çünkü dinleyenleri karamsar ve kaderci yapar.’

Bense böyle soruların, yani bir müzik ‘iyi midir’ gibi, sorulamayacağını ve böyle cevapların, ‘evet kötüdür’ gibi, verilemeyeceği kanısındayım. Çünkü bu tutum, bir aydın tutumu değil, bir misyoner tutumudur. Halkı ‘ondan daha iyi bilen’, ‘o’ istemese bile, ‘onu’ kurtarmaya soyunan bir misyoner tavrı. Bu ahlakçılığın etik ile akrabalığı bile yok. Bu ailede yer almaya ise hiç niyetim yok. Tüm üçüncü şahıslara duyurulur.”(4)

Bununla birlikte Tekelioğlu popüler kültürü anlamaya çalışırken barındırdığı olumlu ya da olumsuz olanaklara da işaret eder:

“ …bir yanıyla radikal, protesto eden ve direnen bir yapıya sahip olan popüler kültür, aynı zamanda, örneğin sınıf çatışmalarını gizlemenin, toplumsal farkları görünmez kılmanın, toplumsal değişimi yok saymanın bir aracı ve böylece muhafazakarlığın (toplumsal ilişkileri değiştirmeme anlamında) ana kaynaklarından biri olarak da görülebilir.”(5)

Tekelioğlu’nun tepkisi aslında solda ve sağda yer alan aydınların popüler kültüre olumsuz bakış konusunda ortaklaşmasıdır. Elbette her iki cenahın kalkış noktaları farklıdır: Sol daha çok Adornocu bir perspektifle popüler kültüre “kitle kültürü” ve “kültür endüstrisi” gibi kapitalizme dair bir eleştirel kavramlarla yaklaşır gibi görünürken, sağın yaklaşımı daha çok muhafazakarlık çerçevesindedir. Ancak sonuç olarak ortaklaşılan nokta aynı zamanda bir tür “elitizm”dir. Yeri gelmişken Tekelioğlu’nun soldaki aydınlara dair eleştirisinde ele aldığı tipolojinin kitap boyunca ağırlıklı olarak sosyal demokratlara karşılık geldiğini düşündüğümü belirtmeliyim. Diğer yandan Tekelioğlu popüler kültürün mutlaka siyasal olarak okunması gerekmediğini de belirtilir: “Popüler kültürün en heyecan verici yanı bütün siyasi ayrımları çarçabuk delip geçmesi, sınıflar ve siyasetler ötesi bir gücü olmasıdır.”(6)

Ancak popüler kültüre içkin bu “sınıflar ve siyasetler ötesi” gücün aynı zamanda “ideolojik” olana dair ciddi çağrışımlar taşıdığı da açıktır. Kültür, ideoloji ve siyaset ilişkisine dair Metin Çulhaoğlu’nun sözleri bu anlamda açıklayıcıdır:

“İdeoloji ve siyaset, kültüre göre somut sınıf çıkarları ile daha doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla, belirli bir ideolojinin ya da siyasetin ‘sınıflar üstü’ bir kucaklayıcılık taşıdığını kabul ettirmek görece daha güçtür. Güç olan başarıldığında bile, yaşanan süreçlerin ‘sınıflar üstü’ olma iddialarını belirli uğraklarda büsbütün geçersizleştirmesini bekleyebiliriz. Kültürde ise durum farklıdır. Bir yandan ‘somut çıkar’ bağlantısının dolaylı ve örtük olması, diğer yandan genel tarihsel birikime çok daha fazla dayanması, kültüre ‘sınıflar üstü’ ve ‘hep birlikte paylaşılan’ özellikler yakıştırılmasını kolaylaştırır.”(7)

Kitap bu anlamda Türkiye kapitalizmi ve burjuva devriminin özgünlüklerinden başlayarak bugüne uzanan bir süreç içerisinde Türkiye popüler kültürüne dair zor bir analizi siyasal, ideolojik özellikle de kültürel açıdan ince ayrıntılarla gerçekleştiriyor. Ayrıca her ne kadar popüler kültüre dair saf anlamda siyasi ve ideolojik bir “okuma” sunmasa da kitabın siyasi ve ideolojik önemli çıktıları olduğunu düşünüyorum.

Varoşlardan merkeze yürüyen “Halk Zevki” ya da Türkiye’de muhafazakarlığın yeni dinamikleri
Kitabın, “varoştan merkeze yürüyen halk zevki” altbaşlığının işaret ettiği temel tezini özetleyerek devam edelim. Tekelioğlu aydınlara dair ortaya koyduğu sorunsalı Türkiye modernleşmesi üzerinden çözer. Bu aslında Cumhuriyeti kuran kadronun geçmişi siyasal ve kültürel olarak silmeye çalışırken, yeniyi kuramamalarına dair bir trajedi gibidir. Trajedinin kahramanları ise bu ideolojinin taşıyıcısı olan Cumhuriyet aydınlarıdır. Kitapta Türkiye modernleşmesinin bu trajedisi şu şekilde özetlenir:

“…otoriter, yönü yukarıdan aşağıya doğru, kitlesel ve homejenleştirici bir modernleşme anlayışından sözedilebilir. Modernleşmenin odağı şehirlerden çok köylerdir; köyü ve köylüyü ‘toplum’ ile eşleştiren bu popülist modernizm, modernleşmeyi bizzat köyde kurmak ister. Bu kültürel modernleşme modelinin sağlıklı çalışmamasının nedeni, iktisadi modernleşmede tercih edilen kapitalist model ile olan sistemik uyumsuzluğudur.”(8)

Bu, Tekelioğlu’nun “siyasi modernleşme” adını verdiği merkezden çevreye doğru bir modernleşme hareketidir. Şehir kültürleri ise bu anlamda kurucu kadronun ilgi odağının dışındadır. Sadece tekke ve zaviyelerin kapatılması bile şehirlerde işsiz kalan müzisyenlerin geçim derdiyle yeni bir müziği yaratmalarıyla sonuçlanır. Tekelioğlu’na göre bu örnek ilk popüler kültür ürünümüzdür. Kültürel alanda başka bir gerilim kaynağı ise neredeyse “Osmanlı” olan her şeyin yerini alacak olan Türk kimliğinin oluşturulması sürecidir. Türk Sanat Müziğinin ve Türk Halk müziğinin “icadı”, klasik müzikte de “başarısız” bir Batı - Doğu sentezinin peşinde koşulması bu gerilimin örnekleridir. Bu başarısız kültür siyasetlerinden en fazla bir Cumhuriyet elit kültürü ortaya çıkar.

Diğer uçta “kültürel modernleşme” adı verilen çevreden merkeze doğru bir modernleşme hareketi vardır. Ve Tekelioğlu’nun temel tezini tam da burada buluyoruz :

“Yani, Cumhuriyet döneminin asıl ve kalıcı olan kültürel modernleşme çizgisi, ki bir tür alternatif modernleşme hareketidir bu, aşağıdan yukarıya ve çevreden merkeze doğrudur. Bu önermelerin geçerliliği Türkiye popüler kültürünün gelişme sürecinde analiz edilebilir; çünkü, modern şehir kültürlerinin hem kurucusu, hem de taşıyıcısı olan popüler kültürün oluşma ve başatlaşma tarihi, ‘halk zevki’nin önce kırlardan şehirlere, daha sonra varoştan şehir merkezine nasıl bir süreç sonunda yürüdüğünün ve sonuçta, nasıl merkezileştiğinin de tarihidir.”(9)

Bu alternatif modernleşmenin dinamikleri arasında üç göç dalgası vardır ve kitapta bu göçler aslen “kültür ve beğeni göçleri” olarak ele alınır: Osmanlı’nın son dönemlerinde “çevreden” Anadolu’ya yönelen Türk ve Müslüman toplulukların göçü, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Rum nüfusun dışarıya göçü ve 50’lerdeki kırdan kente göçüdür. Elbette Türkiye kapitalizminin yapısal özellikleri ve Cumhuriyet’in kültür politikaları da alternatif modernleşmenin önemli dinamikleri arasındadır.

Alternatif modernleşmenin müziksel sonucu ise Tekelioğlu’nun adlandırmasıyla “kendiliğinden sentez”dir. Yani kökleri Ziya Gökalp’e dayanan Batı-Doğu sentezi batmış, Doğu-Batı sentezi yükselmiştir: “Önce pop arabeskleşti, sonra arabesk poplaştı, küçük Emrah popçu oldu, Ahmet Kaya ‘yorgun demokrat.’ Ve her şey birbirine girdi, birbirine dönüştü, sonunda da bütün ihtişamıyla bugünkü Türk popu ortaya çıktı.”(10)

Kitabın önemli bir başka tezi genel olarak “Televole” olarak adlandırlan, özellikle de TV üzerinden sunulan yeni bir sınıfsal yükseliş şemasıdır. Tekelioğlu’nun kısaca FEM dediği Futbol-Eğlence-Magazin modeli bu yeni şemanın kurucu unsurlarıdır. “Televole” ise bir TV programı olmasının ötesinde bu modelin tüm bileşenleriyle somutlandığı yerdir. Artık sınıf atlamak için topluma sunulan bu modelde mezun olunacak yer üniversiteler değil “Televole”dir. “Televole” bu anlamda “kültürel muhafazakarlığın yeni koordinatları”nı temsil eder. Tekelioğlu’nun uyarısı, bu popüler kültür ortamının “bir faşizm üretmesi tehlikesinden çok, kültürel muhafazakarlığı siyasal muhafazakarlığa dönüştürebilme potansiyeli” taşımasına dairdir. Ancak Tekelioğlu yine de umutsuz değildir:

“Biraz da karamsar olan bu tablodaki tek olumlu özellik, merkezileşen çevre kültürünün de sonunda bir çevresinin olacağı gerçeğidir. Bu makalede öne sürülen, eski çevre kültürünün, özellikle şehirlerde merkeze göç ederek, merkezi kültürü kendine dönüştürmek üzere olduğu öngörüsü, yeni bir çevre kültürünün oluştuğu öngörüsünü de içermektedir. Türkiye’nin siyasi ve kültürel geleceği, ileride yeniden biçimlenecek ‘yeni merkez-yeni çevre’ dinamiklerinde şekillenmek zorundadır.”(11)

“I love you”dan (Ümit Besen) “I love sex”e (Sanal Mahir)
Akademik yazılardan oluşan bölümün ağırlıklı olarak müzik üzerine odaklandığını da ekleyip kısaca akademik olmayan yazılardan bahsederek bitirmek istiyorum. Bu yazılar “naif” olduğu kadar yakın dönem popüler kültür tarihimize keskin bir gözlemcinin bakışıyla “mizahi” yönü de ortaya çıkan yazılar. Mizaha kaynaklık eden şey biraz da öfkeyse, bu yazılarda bunu da görmek mümkün.

90’lardaki meşhur “pop patladı” değerlendirmesini Tekelioğlu patlamanın yönünü tespit ederek bir anlamda düzeltir. 80’lerde dışa doğru, 90’larda da içe doğru bir patlama vardır. 80’lerdeki dışa doğru patlamayı ve “iyimserliği” Ümit Besen’in “I love you” şarkısı temsil ederken, 90’lardaki içe doğru patlamayı ve “karamsarlığı” ise Kenan Doğulu’nun (?) “10. Yıl Marşı” temsil eder. 2000 yılının başında yazılan yazıda 2000’lere dair öngörünün temsili de internetteki çıkışıyla Sanal Mahir’in “I love sex” sözüdür.

“İstanbul Ağzının Çöküşü”nde yıllar önce sabahın köründe radyoda yayınlanan Yurttan Sesler korosu ve ardından başlayan köy kahvesi “tiyatrosu”nda İstanbul şivesiyle konuşan öğretmenin köylülere kımıl zararlısından korunmanın yollarını anlattığı hikaye var. Yazının ana motifi 40 rakamını “kırk” olarak telaffuz edemeyenlerin çıkarttığı “khırk” sesi. “İstanbul Ağzının Çöküşü”nü temsil edense “Bizimkiler” dizisinden “Mükremin Abi”ye evrilen TV dizileri sürecidir. Ancak şehir elitleri için “Mükremin Abi” yeterince “bozuk” olmasa da “…İstanbul Türkçesinin içine ustaca yerleştirilmiş o ‘khırk’, ‘khırk’ sesi deyim yerindeyse, şehir elitinin kulağını kırt kırt kesmektedir.”(12)

Q ve F klavye bilgisayarlar, Kemal Sunal’ın ölümünün medyadaki görünümü, internet kafeler, DJ’ler, İbrahim Tatlıses’le Ali Kırca ve Orhan Kahyaoğlu’nun “komik” diyalogları, Savaş Ay Panayırı, Müslüm Baba ve Ferdi Tayfur’la bu bölüm bir anlamda yakın dönem popüler kültürün “gayri resmi” bir geçitidir. Sonuç olarak “Şu anki haliyle Türkiye popüler kültürü, yeni şehir mekanında muhafazakarlığın en önemli kaynak ve dayanaklarından biridir.”(13)

Son olarak bu tabloyla ilgili solun pozisyonu üzerine yine Metin Çulhaoğlu’na başvurmak istiyorum. Çulhaoğlu bir Eğit-Sen şenliğinde yaşadığı deneyim üzerinden, solun kültürel alana bakışına dair önemli bir eleştiri getiriyordu 1995’teki yazısında. Özetle şenlikte bir kadın sahneye çıkıp Ferdi Tayfur’un “Emmoğlu”nu söylemeye başlar ve gelen sert tepkiler üzerine apar topar sahneden iner.

“Çok açık söylüyorum: Kadınlı erkekli solcu/sosyalist insanları, evlerinin dışında, TV’den uzakta birarada tutmada ve kaynaştırmalarını sağlamada ‘Emmoğlu’unun da bir işlevi varsa, yaşasın ‘Emmoğlu’! Sonra bugünün Türkiye’sinde ‘Emmoğlu’nu dinleyen ve beğenen insanların, hele hele kadınların, dinlemeyen ve beğenmeyenlerden daha düzene bağlı, daha az dirençli, daha az militan olabileceklerine de hiç inanmıyorum. Nihayet, ‘Emmoğlu’na ve benzerlerine tepki duyan insanların, ‘vermeyin insana izin, kanması ve susması için; hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin’ gibi sözlerin ve ‘devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider’ türünden imgelerin yer aldığı bir marşı huşu içinde söylemelerinde de bence bir gariplik vardır.”(14)

Elbette solun pozisyonuna dair yıllar sonra söylenmiş ve söylenecek daha başka şeyler de vardır ama bunlara girip kitap tanıtım yazısının sınırlarını daha fazla zorlamak istemiyorum.

Kitabı davetkar ve kışkırtıcı bulduğumu belirtmiştim ama yayımlanalı bir yıl olmasına rağmen ne davete ne de kışkırtmaya icabet edildiğini söylemek zor. Kitaptan sözeden bulabildiğim tek yayın yine kitabın giriş yazarlarından Emre Aköz’ün gazetedeki köşe yazısı (15). Bir önceki kitap tanıtımında Türkiye’deki kitapçı raflarını hızla akan fordist üretim bantlarına benzetmiştim. Elbette banta sokulan hammaddeler de fabrika çıkışında görülmek istenen mala göre seçilir. Bu anlamda “Pop Yazılar”ın, basıldığı tarihten bu yana banta sokulup sokulmadığına dair ciddi şüphelerim olduğunu belirtmeliyim. Okumak isteyenler kitap sanki yurtdışında basılmış gibi yine kitapçılara sipariş vermek ya da “en yakın” kütüphaneden temin etmek zorundalar.

1 a.g.e., s.275-276.
2
a.g.e., s.63.
3
Kitabın aslında 5 bölümden oluştuğunu belirtmeliyim: kitabın yaklaşık yarısını oluşturan Akademik yazılar 1. Bölüm, Popstar ve Bayhan üzerine bir söyleçiden oluşan 2. Bölüm ve Mag Dergisi, Milliyet Pazar yazıları ve yine Mag’de yayınlanmış olan yazılardan oluşan Amerika Gözlemleri sırasıyla 3., 4. ve 5. bölümleri oluşturuyor. Kolaylık açısından kitabı akademik olan ve olmayan bölümler olarak iki ayrı bölüm gibi ele aldım.
4
a.g.e., s.277.
5
a.g.e., s.19.
6
a.g.e., s.21.
7
Metin Çulhaoğlu, “Sınıf Kültürü: Olmazsa Olmaz mı?”, Gelenek 82, Ekim 2004, s.70.
8
Pop Yazılar, a.g.e., s.22.
9
a.g.e., s.25.
10
a.g.e., s.234.
11
a.g.e., s.87.
12
a.g.e., s.195.
13
a.g.e., s.33.
14
Metin Çulhaoğlu, “Ne Aklın Kötümserliği, Ne İradenin İyimserliği”, Sosyalist Politika 5, Mayıs 1995, s.35.
15
“İçimizdeki derin melodiler”, Sabah gazetesi, 26 Mayıs 2006. http://arsiv.sabah.com.tr/2006/05/26/yaz13-10-110.html

yazici   mail