www.soL.org.tr
Doğu Avrupa’da NATO: Faşizm-sivil toplum el ele, karşı devrime!
2 Nisan 2007, Pazartesi

NATO’nun politikaları arasında Avrupa çapında anti-komünist bir ittifak kurmak ilk sırada yer alıyordu. Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerde bu ittifakın iki ana unsuru, eski faşist hareketler ve sivil toplumcu sol hareketlerdi.

soL NATO’nun sosyalizme karşı yürüttüğü savaşta sivil toplumcu bir solculuk anlayışını savunan siyasi hareketlerin özel bir yeri hep oldu. Sovyetler Birliği’ne totaliterlik eleştirisi yönelten bu hareketlerin günümüzdeki uzantıları, yükselen anti-emperyalist dinamikleri de faşistlikle suçlamaktan çekinmiyor. Ancak bütün bu eleştirilere karşın, sivil toplumcu solun sicilinde faşizm ile yapılan kirli bir anti-komünist ittifak vardır.

Sovyetler Birliğini faşist ülkelere benzetirken, bir yandan faşistlerle kol kola siyaset yapabilme cüretinin kaynağı ise emperyalist ülkelerin ve somut olarak NATO’nun sağladığı politik desteğe dayanıyordu. NATO’nun 1967 yılından sonra uygulamaya soktuğu Harmel Doktrini sürecinin uzantısı olarak kabul edilen Sovyetler Birliği’nin ortak güvenlik örgütü önerisi, AGİK’in kuruluşunu getirmiş ve bu örgüt, sosyalist ülkelerdeki sivil toplumcu karşı-devrimci hareketlerin arkasındaki politik güçte büyük bir artış sağlamıştı.

Faşizmin her yerde Türkiye’deki gibi “tepeden inme” bir şekilde geliştiğini düşünen bir bakış açısının anlamakta zorlanacağı bu durum, NATO’nun, kendisini önceleyen anti-komünist kitle hareketlerinin mirasını bütünüyle sahiplenmesinden kaynaklanıyordu. Açılışı sosyal-demokrasi yaptı, gerisini sivil toplumcular getirdi.

Kapı Berlin’de açılıyor
İlk büyük karşı-devrimci ayaklanma Demokratik Almanya’da, hem de emekçilerin kullanıldığı bir olayda ortaya çıktı. 1953 yılında bu yeni sosyalist ülkede sosyalist kuruluşun önemli bir parçası olarak tarımda kamulaştırma ve ağır sanayide atılım hamlelerinin ilk adımları atılmaya başlanmıştı. İşçi sınıfının orta sınıflar karşında önemli kazanımlar elde etmesi anlamına gelen bu uygulamalara karşı kapitalist tepki ise köylülerden ve sosyal-demokratların etkisindeki işçilerden gelmeye başladı.

Emperyalist istihbarat örgütlerinin de dahil olduğu provokasyonlar sonucunda sosyalist kuruluşun bu atılımlarına karşı tepkiler sosyalist iktidara karşı siyasal bir nitelik kazanmaya başladı ve hızla bir anti-komünist içerik kazandı ve talepler arasında iktidardaki Sosyalist Birlik Partisinin (SED) hükümetten ayrılması talebi öne çıkmaya başladı. Olaylar 16 Haziran günü on binlerce insanın büyük sokak gösterilerine dönüştü ve SED olaylarla başa çıkamayacağını anlayarak Sovyetler Birliği’nden askeri destek istedi. 17 Haziran günü anti-komünist göstericilerle Sovyet birlikler karşı karşıya geldi ve bu ilk büyük karşı-devrimci ayaklanma girişimi şiddet kullanılarak bastırıldı.

Olaylarla ilgili kapitalist ülkelerde oldukça temkinli açıklamalar yapılmış, olaylarda bir rollerinin bulunduğunu gösterebilecek herhangi bir açıklama yapmamışlardır. 16-17 Haziran karşı-devrimci kalkışması gerçekleştiği sırada Berlin’in iki bölümü arasında geçişler serbestti, bu olaylarda NATO’nun hizmetine giren Gehlen örgütü, sosyal-demokrat parti SPD’nin Doğu Bürosu (Ostburo) ve ABD tarafından fonlanan ve eski SS faşistlerini istihdam eden “Fighting group against inhumanity”nin doğrudan rol aldığı biliniyor. Son örgütün Doğu Berlin’de sabotaj ve karşı-istihbarat faaliyetleri yürüttüğü hakkında çok sayıda iddia bulunuyordu. Olaylar öyle bir ana denk gelmişti ki, Stalin’in ölümü üzerinden üç buçuk ay geçmiş ve gerek SBKP gerek SED içinde önemli gerilimler bulunmaktaydı. SED liderliğinin öncülük ettiği sosyalist kuruluş yönündeki adımlara parti içinde ve SBKP yönetimi içinde de muhalefet bulunuyordu.

1953 Demokratik Almanya karşı-devrim girişiminin hem kapitalist hem de sosyalist taraflarda büyük sonuçları oldu. Emperyalistler öncelikle, Doğu Avrupa’daki sosyalist iktidarların ne ölçüde zayıf olduğu konusunda önemli bir fikir edindiler. İkincisi, buradaki karşı-devrimci birikimin manipüle edilmeye son derece açık olduğunu görerek Gladio örgütlenmesiyle bu birikimi buluşturmanın yollarını aradılar. Olaylardan hemen sonra, 29 Haziran 1953’te ABD Milli Güvenlik Konseyinden NSC 158 numaralı bir belge geçti. Bazı bölümleri yeni açıklanan bu belgenin başlığı “Uydu Devletlerdeki Huzursuzluğu Kullanmak için ABD’nin Hedefleri ve Eylemleri” şeklindeydi. Belgede 1953 deneyiminin sonuçlarından yola çıkarak “psikolojik hedefler” tanımlanıyordu: “kendiliğinden doğasına zarar vermeden (…) komünist baskıya karşı direnişin geliştirilmesi”, “Sovyet imparatorluğunun yıkılmakta olduğunun ispat edilmesi”. Belge daha sonra iki etaplı bir eylem planı çiziyordu. 60 gün içinde başlatılması öngörülen ilk etabın ilk maddesi şu şekildeydi: “Doğu Almanya ve mümkün olan diğer uydu devletlerde Komünist otoriteye karşı belirli reformların yapılması yönünde baskı uygulayacak, bu otoritelerin prestijini azaltacak ve açık bir Sovyet müdahalesini kışkırtacak, kitlesel ayaklanmaya yakın direniş hareketlerini ve isteklerini örtülü bir şekilde özendirmek”.

Berlin deneyimi Macaristan ve Polonya’da
1956 yılında Macaristan ve Polonya’da ortaya çıkan karşı-devrimci hareketler ise hem dünya komünist hareketi için hem de NATO’nun stratejileri açısından bir dönüm noktası olmuştur. Olaylar yine 53’teki gibi yerel dinamikler ve emperyalist provokasyonların bir bileşkesi şeklinde gelişmiştir ve sonuçları NATO’nun karar mekanizmalarının daha sonra izleyeceği politikaların oluşturulması için önemli veriler sunmuştur. 1956 yılında sosyalist iktidarlar ve dünya komünist hareketi büyük güç kaybetmiştir. Macaristan ve Polonya’da yaşananlar, anlık ve kendiliğinden gelişen olaylar değil, yıllar öncesine dayanan siyasal mücadelelerin ürünüydü.

Macaristan ve Polonya’da iktidardaki komünist partilerin yönetiminde, sosyalist kuruluşu sürdürme iradesini gösteremeyen ve bunu da Sovyetler Birliği’nin söz konusu ülkelerdeki siyasal gücünü sorgulama gibi bir gerekçenin ardına gizleyen siyasal yönelimler belirdi. Macaristan söz konusu olduğunda bu durum en uç noktaya kadar gitti ve parti liderliğini ele geçiren söz konusu siyasal çizgi, ülkenin Varşova Paktından ayrılması ve Kızıl Ordu’nun ülkeden bütünüyle çekilmesi talebini bile ortaya koyabildi. Polonya’da ise parti liderliği sosyalizmi ve emperyalizme karşı oluşturulan ittifakı sorgulayacak noktaya kadar taşımadı. Her iki ülke yoğun karşı-devrimci gösterilere sahne olurken, Macaristan’da durum Kızıl Ordu ile çatışma noktasına kadar vardı. Macaristan’da karşı-devrimcilerin yenilgiye uğraması ve tasfiyesiyle olaylar sonuçlanırken, Polonya’da Sovyetler Birliği ile anlaşmaya varılması ve parti liderliğinin sosyalizm ve Varşova Paktı’ndan yana açıklamalar yapmasıyla karşı-devrim engellenmiş oldu.

NATO’nun sivil toplum örgütü AGİK(T) kuruluyor
Sovyetler Birliği daha önce 1954 yılında, Almanya sorunuyla ilgili olarak Avrupa için ortak bir güvenlik örgütü önerisinde bulunmuş ve bu öneri emperyalistler tarafından reddedilmişti. O yıllarda sosyalizm üzerindeki kuşatmayı hafifletme olanağı yaratabilecek bir savunma politikasına denk düşen bu öneri, 1970’lere gelindiğinde sosyalist ülkelerdeki karşı-devrime güç katacak bir niteliğe bürünmüştü.

1972 yılında Nixon ile Brejniyev arasında Moskova’da gerçekleştirilen zirvede, ABD ilk kez Avrupa’yı kapsayan ortak bir güvenlik örgütü konusunda müzakere yürütmeyi kabul etti. AGİK kuruluş belgesi 1 Ağustos 1974’te imzalandı ve içeriği silah indirimlerinin yanı sıra, “istikrar” ve anlaşmazlıkların “barış” yoluyla çözülmesi için öngörülere sahipti. AGİK’in 1975 yılındaki son toplantısında ise ünlü Helsinki Nihai senedi onaylandı.

Uzun müzakereler sonucunda onaylanan metin, sınırların dokunulmaz olduğunu vurguluyor ve ilk kez emperyalist ülkelerin onayladığı bir metinde İkinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa sınırları kalıcı olarak tanıyordu. Sovyetler Birliği’nin korkularını hafifletmek konusunda son derece büyük bir adım olan bu içerik, NATO’nun Harmel Doktrini’nin önemli bir uygulaması olarak yorumlanabilir.

Sovyetler Birliği, anti-komünist kuşatmanın hafiflemesi olarak yorumladığı bu maddelere karşın, emperyalist ülkeleri de barış, demokrasi ve insan haklarından yana gösteren bir anlaşmayı imzalamaktan çekinmedi. Sosyalist iktidarlar yıllardır içerideki karşı-devrimci hareketlere karşı, onların emperyalizmle ilişkilerini vurgularken, AGİK ve kapsamındaki Helsinki Nihai senedi bütün dünyaya emperyalistlerin barış ve istikrar yanlısı olduğunu ilan ediyordu. Ayrıca, onaylanan metin, ülkelerin egemenlik haklarını vurgularken, insan hakları konusunda ülkelerin egemenliklerinin sınırlandırılmasına ve ülkelerin içişlerine müdahaleye olanak sağlayacak hükümler barındırıyordu. İzleyen yıllarda bu hükümlerin hepsi sosyalizme karşı ideolojik ve siyasal silahlar haline geldi ve artık NATO metinlerinde sıkça geçmeye başlayan AGİK, sosyalist ülkelerde sivil toplumcu karşı-devrimciliğin güç kazanmasında rol oynadı.

Dayanışma Sendikası: Faşistler ve sivil toplumcular el ele
Polonya’da 1980 yılından itibaren yükselen ve karşı-devrim sürecinde kritik rol oynayan Dayanışma sendikası hareketi, NATO’nun Doğu Avrupa politikasının tipik bir örneği olarak görülebilir. Avrupa çapında sivil toplumcu sol hareketlerde ve sendikalarda heyecan uyandıran Dayanışma, faşistler ile sivil toplumcuların sosyalizme karşı yan yana geldiği en önemli deneyimlerden biri oldu.

İşçi haklarını savunma iddiasındaki Dayanışma, Polonya’nın savaş öncesi faşist diktatörü olan Josef Pilsudski’yi manevi önderi olarak kabul etti. Pilsudski döneminde sendikaların kapatılmış olması, çok sayıda işçinin öldürülmesi ve devrimcilerin işkenceden geçirilmiş olmasına karşın, Avrupa solundan bu sendikaya ciddi bir destek gelmeye devam etti. Söylemini bütünüyle anti-totalitarizme dayandıran Dayanışma sendikasının üyelerinin ağırlıklı olarak, savaş öncesinde faşizmi desteklemiş olan Polonya Sosyalist Partisi üyesi olması da sivil toplum adına anti-komünizm yapanlar tarafından yadırganmadı.

yazici   mail