"Picasso'nun bir tablosunun yüz milyon dolara satılması Afrika'da binlerce çocuğun açlıktan ölmesi anlamına geliyor. Tablosuna yüz milyon dolar verilmesi Picasso'nun değerini artırmıyor, aksine bu Picasso'yu küçültüyor."
EMİN İGÜS:Müziğe başladığım günden beri geleneksel kültürle ilgiliyim. 1990'dan sonra bu ilgi çoğalarak bugüne kadar devam etti. 1975'te Ruhi Su ile tanışmam müzik yaşantımın en önemli dönüm noktası, Ruhi Su hem müzik hem de yaşam anlamında benim yol göstericim.Yaklaşık 30 seneyi aşkın bir süredir geleneksel müzikle uğraşmamın altında yatan temel şey şu; geleneksel müziğin kendi içerisinde çok estetik bir altyapı taşıdığını düşünüyorum. Geleneksel müziğin çok önemli bir bellek olduğu düşüncesindeyim ve geleneksel müziğin veya daha genişletirsek geleneksel kültürün, resmi tarihin anlatmadığı insanları ve hayatları anlattığını düşünüyorum. Bu bakımdan da çok önemli buluyorum. Bu anlamıyla geleneksel müzikle kurduğum ilişkiye durağan bir ilişki olarak bakmıyorum. Düşünsel olarak baktığımda, eski bir şeyle, artık söyleyeceğini söylemiş, ömrünü tamamlamış, bitmiş bir şeyle uğraşıyor hissi hiç yaşamıyorum. Çünkü ben o müzikle uğraştıkça çok farklı hayatlara ilişkin çok şey yaşıyorum ve öğreniyorum. Ayrıca sanatta "çağdaş - ilkel" gibi tanımlara karşı bir tavrım olduğu için, bu tür sınıflandırmalara hiç yanaşmadığım için, ikircikli bir duyguya kapılmıyorum. Geleneksel kültürün hayatıma çok şey kattığını hissediyorum ve bunları başkalarıyla paylaşmak istiyorum.
AYŞE TÜTÜNCÜ: Emin, senin geleneksel müzikle ilişkini tarif edişini çok sevdim. Tarih okuması gibi senin geleneksel müzikle kurduğun ilişki. Mesela eskiden, İstanbul'da cıvıl cıvıl bir yaşantının sürdüğü, ama artık terk edilmiş ve merkezin dışında, taşra atfedilen bir mahalleye bugün gidip, orayı adım adım gezip, eski püskü görünen ama zamanında çok güzel olduğu belli olan yapıların içinde gezmek gibi. Ve yine orada gezerken sanki kulağına, gözüne oranın en muhteşem zamanlarının kokusu gelir... İşte ben de öyle hissettim.
EMİN İGÜS: Yok edilmişlik, yok sayılmışlık... Muktedirler tarafından mağdur edilmiş insanlar, mağdur edilmiş sesler, mağdur edilmiş kültürler... Kendinizi, yok edilmişlerin, yok sayılmışların, yaşamıyormuş gibi davranılanların hayatlarına bıraktığınız zaman, egemen tarihin, resmi tarihin anlatmadığı hayatlarla karşılaşıyorsunuz...
AYŞE TÜTÜNCÜ: Ben buna, başka bir yaklaşımla ama yine buna benzer bir şey eklemek istiyorum, farklı bir yanından ele alarak... Geleneksel müziklerin (tabi bugün bulduğumuz halleri onların ne kadar en orijinal halleri bunu değerlendirmek zor ama) bir şekilde o, oldukları oluştukları zamandan bugüne kalmayı nasıl becerebilmişlerse biz onlara ulaşıyoruz ve kendi hayalimizle de tamamlamaya çalışarak, varsayalım 14. yüzyıldaki halini tasarlamaya çalışıyoruz. Elbetteki bu, bugünün bir tasarımı. Ama yine de yarı yolda bir yerde hiç değilse 17. yüzyılda buluşuyoruz. Ortalama bir yerde... Ve o bulduğumuz şeyde benim hoşuma giden bir sahicilik ve bir kir pas var. Yani rafine edilmemiş bir buğday gibi... Yani o insanların, o duygulanımlarını (hani bazı türkülerde son derece "terbiyesiz" diller vardır ya hiç sakınmadan konuşan) işte o kendi halleriyle buluyoruz. Ama sonra ne oluyor? Hep şu karşıtlık vardır ya; bir geleneksel müzik bir de sanat müziği vardır. Yani sanki bir şablondur bu; geleneksel müzik değer hiyerarşisinde en altta duruyor, sanat müziği ise merdivenleri tırmanıyoruz ve en üstte duruyor, en kıymetlisi oymuş gibi. Tamam, birileri bunu böyle bir hiyerarşiye dizme ihtiyacını duyabilir. Ama şu anda konuştuklarımız çerçevesinde şöyle bir "skala" görüyorum; en kirlisi, paslısıyla, dolaysızlığıyla bir geleneksel müzik var. En ondan süzülmüş, filtre edilmiş, ondan edinilmiş bir şeylerle, daha soyutlanmış bir şekilde de bugünün müziği var. Yani bugünün sanat müziği dediğimiz şey var gibi. Geleneksel müzikle, modern sanat müziği arasındaki geçişte bu hal, rafine edilme süreci oluyor. Benim ikisine de itirazım yok. Senin itirazın var mı bilmiyorum? Ama benim, ikisine itirazlı olmamanın sanıyorum "güme" gitmesine itirazım var... Hep sanat müziğinin bir şekilde daha kıymetli bir şey olmasına itirazım var. Çünkü, bunun ideolojileri ve yaptırımları var insanların üzerinde. Örneğin bugün, AKM'de bir klasik müzik konserine gidip, topuzlu, döpiyesli bir hanımın oturup, arkasında nasıl olmuşsa şalvarlı bir kişinin, Mendelson dinlemeye gelmiş olmasına, belli bir tarzda bakması gibi, belki yüzünde gülücükle "burada ne arıyor?" gibi ya da tam tersine "aferin, bravo" gibi bir tepki göstermesi... İkisi de olabilir. Ama sonuçta ikisi de aynı skalayı veriyor bize. Bunun ideolojik yanları var: Biri kıymetsiz, biri kıymetli. Ama ben, eğer ki sanat müziğinde bir şeyi değerli buluyorsam o da şu; rafine ederken yeni bir forma, yeni bir dile kavuşuyor sanat ve o yeni dilin, öbür kirli paslı dilde anlatamayacağı başka şeyler de olabilir ve var. O yüzden ikisi de gerekiyor. İkisine de ihtiyaç var. Gönül istiyor ki, ikisiyle de insanların iletişim kurabilmesi için gerekli birikimleri herkes edinebilse. Çünkü bir konu üzerine çalışmadıkça o konunun inceliklerini anlayamazsınız. Yani konu üzerine çalışmak şudur: Bir filmi başından seyrederseniz sonunu anlarsınız, ama bir filmi ortasından izlemeye başlarsanız, milletin gülüp kırıldığı bir sahnede siz "aval aval" bakarsınız. Çünkü ön bilgi yoktur sizde. Yani sanat müziğini anlamak için de filmi başından seyretmiş olmak gerekiyor. Öncesini bilmek gerekiyor. Ama aynı nedenle öncesini bilmek için geleneksel müziği de tanımak gerekiyor. Öyle iki müzisyen söyleyebiliriz ki, biri Bartok biri Grieg, yaptıkları müziği tam olarak değerlendirebilmek için, faydalandıkları, ele aldıkları belki de kendilerine malzeme kıldıkları türkülerin özünü, kendilerini dinlemek çok enteresan bir deneyim oluyor. Bende buna örnek olacak bir albüm var. Bir arşiv niteliğinde ve bir müzisyen tarafından hazırlanmış. Grieg'in bir eseri ile başlıyor. Hepsi piyano için yapılmış eserler. Şimdi, bir piyano eseri olarak hazırlanmış bu albümü dinlerken sırasıyla elbette önce no:1A yani eserin yorumlanmış hali, arkasından no:1B geliyor. No:1B'de, o parçanın kaynaklandığı geleneksel Norveç "türküsünün" daha geçmiş bir zamana ait, bir köyde, inek sağan kadının birine bir mikrofon tutulmuş ve o kadın "türküyü" söylüyor... Bağır çağır, taraklı bir gırtlakla. Ve üstelik de makâmi seslerle, ara seslerle, piyanoda olmayan seslerle. Bu arada makâmi sesler zamanla geriye doğru gidildikçe, dünyanın her yerinde bulunuyor. Makâmi sesler sırf doğuda değil batıda da bulunuyor. Dolayısıyla Norveç'te de var. Ve bu ikisini peş peşe dinlemek muhteşem bir his... Sonra farkediyorsun ki, Grieg'in yaptığı hem inanılmaz farklı bir şey olmuş, hem de o geleneksel ezgiye inanılmaz sadık kalmış... Bu nasıl olabilir derseniz?... Buna bir tek dinleyince ikna olabilir insan. Piyanoya aktarıldığında hem son derece özüne sadık hem de son derece kendine has bir çalışma olmuş.
Ben, beste yaparken dinlediğim, edindiğim müzik adına şöyle şeyler şekilleniyor kafamda: 25 sene önce dinleme kulağı olarak klasik, daha modern daha çağdaş, daha "sanat müziği" olan şeyleri dinliyordum, hatmediyordum. Çünkü piyano eğitimi alınırken tâbi tuttukları bir disiplin var. Zaten piyanoyla ilgilendiğin zaman bir ud eseriyle ilgilenme şansın pek olmuyor. Çünkü hayatında piyanoya dair şeyler oluyor. Ama hayat ilerlerken başka başka şeyler de dinlemeye başladım ve dinleme rotalarım çok değişti, çeşitlendi. Ve gittikçe, o en sevdiklerim konusunda ortamı "incelttikçe", o konuda yol aldıkça bu, çaldıklarıma da yansıdı. Dinlemeyi sevdiğim bir şeyi, çalmayı da seviyorum. Ama çaldığım enstrüman piyano oldukça onları bir forma sokmak gerekiyor. Meselâ Yalçın Tura'nın eseri Aşk-ı Memnu'nun müziğini duyduğum anda çok sevmiştim. Ve hemen kulaktan çıkarmış ve durmadan piyanoda çalar olmuştum. Bu benim her zaman her yerde çaldığım bir şey haline geldi. Ama hani sorarsanız, çok da "piyanistlik" bir parça değildir. Yani piyanonun bütün olanaklarını seferber etmez. Piyanonun kendini en iyi gösterebildiği bir tını dünyası değildir. Ama çok sevdiğim için çalıyorum. Çaldıkça aktarıyorsun. Aktardıkça o aktarımın daha güzel temsil yollarını buluyorsun. Meselâ bir ud eserini piyanoda tek ses çalmazsın değil mi? İşte o eserin piyanoyu da harekete geçiren bir eser olması için uğraşıyorum. Hani, ne piyanoya ayıp olsun, ne o ud parçasına ayıp olsun...
soL: Geçen sefer yine bu köşede, Muammer Ketencoğlu ve Birol Topaloğlu ile yaptığımız sohbette, müzik açısından "önemli" bir sektör olan Womax fuarından bahsedildi. Muammer Ketencoğlu ve Birol Topaloğlu, Womax fuarında müziğin patronlarının, yani yapımcılarının, fuara katılan etnik müzikler içerisinde tercihte bulunup beğendiklerini, Avrupalıların da beğeneceği kıvama getirip sonra da piyasaya sürdükleri şeklinde açıklamalarda bulundular. Ve Birol Topaloğlu da espriyle karışık bir sitemini dile getirdi: "Muammer'ciğim, biraz da şöyle düşünemez miyiz? Birçok müzisyen orada bir araya gelme, buluşma imkânı bulmuyor mu?" Muammer Ketencoğlu da; "Birol, biz bu fuara seninle katılsaydık eğer, o sektörün sahipleri, yapımcıları da bizim için " a... iyi müzik, ama para etmez!" derlerdi. Biz de orada sadece şunu ispatlamış olurduk; iyi müzik para etmez..."
Bu görüşü nasıl değerlendirirsiniz? Yani daha öznel bakmaya çalışırsak, samimiyetle yapılmış, iyi müzik olarak değerlendirilebilecek eserlerin insanlarla buluşma zemini ve karşılığı var mıdır bu ülkede?
AYŞE TÜTÜNCÜ: Ben bu tartışmaya kısmen katılıyorum, kısmen katılmıyorum. Katılmadığım bölümü şu; yani bu bir arzu da olabilir. Yani iyi şeyler yapmak için uğraş veren insanların bunun er geç kıymetini bulacağını düşünmek istemeleri çok doğal. Öbür türlüsü yapmak istemelerine halel getirir. Ama bir yandan, tecrübe olarak söyleyebilirim ki, hiç ummadığım yerlerde; "şimdi, biz bu parçayı çalacağız ama karşıdakiler, dinleyiciler bundan zevk alacak mı" diye şüpheyle başladığım bir şeyi yine de inançla sürdürüp çaldığımda şaşılacak kadar iyi bir iletişim kurulduğunu görüyorum çoğu zaman. Bir örnek vereyim, Alanya Caz Festivali'ne katıldık. Panayır albümündeki parçaları biliyorsunuz. O albümdeki eserlerin formunda da tabi ki geleneksel ezgilerden alıntılar, değinmeler var. Ama sonuçta, form olarak farklı ve Alanya'da yaşayan başörtülü teyzenin direkman bundan zevk alması gerekmiyor. Çünkü onun şimdiye kadar dinlemiş olduğu şeyler, o güne kadar müzik olarak kulağında olan şeyler kendisine o hazırlığı vermiyordur büyük ihtimalle. Bunda da şaşılacak, gücenecek bir şey yok. Bu maddi bir durum. Ama bir şekilde müziğin sadece kendisi değil, çalanın sahnedeki varoluşu, samimiyeti, seyirciye, dinleyiciye aktarımı, sergilemesi, müziğine nasıl ortak etmeye çalıştığı, kısacası sahnede kurulan candan iletişim, müziğin anlaşılmasıdır asıl mesele... Aslında bunun anlaşılmakla ilgili bir süreç olmadığını da giderek anlamaya başladım. Meselâ Oğuz Büyükberber konser esnasında, bas klarnette çok rahat bir melodi çalıyor. Ama arkasından Klezmer'e, arkasından Balkan ezgilerine bağlıyor. Sonra ardından son derece ton dışı bir cümle üflüyor. Ama ne yaparsa yapsın onu yapışındaki bir şey seyirciye hitap edebilir ya da etmeyebilir. Ama bu öyle bir yapılıyor ki, bazen öyle bir enerji fışkırıyor ki sahneden, dinleyen bunun kendisi için hoş bir şey olduğuna karar veriyor bir noktada. Bir keresinde şöyle oldu: Konserde ilk dört parçanın öylesine, kibarlıktan alkışlandığını hissettim. Fakat sonra bir şeyler fora oldu ortalıkta ve kesinlikle artık "hadi gidin" desen gitmeyecekler gibi bir kıvama geldi atmosfer. Yani seyirci dört parça boyunca bize baktı, anlamaya çalıştı, denedi ve sonra "tamam ben sevdim bunları" kararını verdi. Şimdi bunu yaşayınca diyorsun ki "tamam biz iyi bildiğimizle devam edelim. Bu er geç anlaşılacak". Bu inancımı her zaman koruyorum zaten. Ama başka bir şey de var. Yaşantılar belli... Bir insan saat 06:30'da kalkıyorsa, ne yediğinin bile farkında olmadan, tadına varamadan kahvaltı namına bir şeyler yiyorsa, çocuğu okula yetiştiriyorsa, kendisi müthiş kötü bir trafikte söylene söylene işe gidiyorsa, sonra gün boyu kendisinden beklenenleri yapması dışında hiç de kendisini ifade etmeyen, yaratıcı olmayan bir şeyler yapıp, kan, ter içinde, fazla mesai ücretini de almayacağını bile bile 19:30'da işten çıkıp, "yaa hiç değilse iki saat biriyle buluşup iki tek atayım" diye bir yere gidiyorsa (amma da oldu, onu yapamayacak durumda olanların farkında da olarak söylüyorum), o barda kendisine sunulan müziğin nasıl olması gerekir, diye bir soru var. Ki, o insan müzikle ilişki kurabilsin. Birincisi o insanın dinlemeye alışık olduğu müzik nedir? Kendisiyle, çalanın ortaya koyduğu müzik arasında bir alâka olması gerekir. Belki de o kadar yorgun bir insanın en ufak bir yeniliğe tâkati yoktur artık. Zaten bütün gün kendisinden bir şeyler beklenmiş, bir de o müzikle bir efor sarf etmesini beklemek?... Hani şöyle bir hal vardır ya bazen televizyonun karşısına geçip dünyanın en aptal filmini seyretmek isteriz, kafamız o kadar yorgun ve doludur ki... E, bir sürü insanın kafası haftanın altı günü böyle yorgun ve dolu... Elbette bu, dünyadaki sistemin sebep olduğu bir şey. Dolayısıyla bu dünyanın işleyişinin ve televizyon denen medyanın oturttuğu bazı standartlar var ve başka tür müzikler ve sanatlarla uğraşanların o standartlara rağmen, onlar var olduğu halde, başka bir standart oluşturmak gibi bir sorunu var. Dolayısıyla durum ortada bir yandan da... İşte o zaman da, her zaman kurmak istediğimiz ilişki istediğimiz gibi kurulmayabilir. Kurulmazsa da şaşmamak gerekir.
EMİN İGÜS: Ben buna katılıyorum da, benim katılmadığım şey tariflerle ilgili... "İyi müzik dinleyiciye ulaşmıyor" tanımlaması çok havada bir tanımlama... Ortada bir sistem ve bir egemen ideoloji meselesi var. Onun yarattığı hayatın karşılığı olan bir tüketim kültürü var. Kolay tüketilebilir, estetik kaygıları en aza indirilmiş, parametrelerinden koparılıp başka bir yere götürülmeye çalışılan bir kültürden bahsediyoruz. Bir dünya düzeni söz konusu ve biz onun dayattığı bir kültürü yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Tüm bu kurulu düzene ve olumsuzluklara rağmen, bu dünyayla derdi olan, sağlam sanatsal donanıma sahip çalışmaların da küçümsenmeyecek sayıda insana ulaşabileceğini ve ulaştığı insanları mutlu edebileceğini düşünüyorum. Sayılarla çok uğraşmadan, ya da sayılardan çekinmeden devam etmek lâzım.
"Sayısı buysa sanattaki kıymeti budur"... Nereden bakarsanız bakın bizi bir yere götürmez.
soL: "Kültür-sanat emekçisi" tanımı ne ifade ediyor sizin için?
EMİN İGÜS: Bir işi yapacaksak iyi yapmanın yollarını aramak lâzım. Eğer yaşadığımız dünyayla ilgili rahatsızlıklarımız varsa, bir derdimiz varsa; bu derdimizi işimizi hem iyi yaparak hem de ne yaptığımızın farkında olarak sürdürmemiz gerekir. Dünyaya bir yerden bakarsınız ve zaten müziği de oradan çalarsınız. Eğer hayatı doğru yaşıyorsanız ya da yaşamaya çalışıyorsanız, inancınız varsa, bir şeyleri değiştirmeye istekliyseniz, bu müziğinizde de vardır. Sizin bir varoluş şekliniz vardır, bir tavrınız vardır. Bu yemek yerken de odur, müzik yaparken de odur, film izlerken de odur. Bundan sonrası "üretmek", "paylaşmak" ve "size ihtiyaç duyup da ulaşamayan insanların yanında olmak"tır.
AYŞE TÜTÜNCÜ: Eisler'in bir sözü vardır: "Sadece müzikten anlayan, hiçbir şeyden anlamaz!" Son derece açık ve "küüt" diye söylenmiş bir söz. Yani yüzde yüz katılınır mı bilmem, ama bir hikmet var bu sözde. Tabi sırf müzik için değil. Her şey için geçerli bu söz. Yani bir konuyla alâkadar olunca o konuda derinleşebilir insan, ama o konuya dayanak teşkil eden ya da o konuyu açıklayan başka konular da var. Böyle olmayan durumlarla da karşılaşılabilinir. Meselâ bir enstrümanı hayatta başka hiçbir şeyden anlamasan bile mükemmel çalabilirsin. Bu mümkündür. Çünkü işin jimnastik kısmı da var. Doğru tuşa, doğru zamanda basacak kadar esnek parmağa ve kasa sahip olmak... Aynı şekilde iyi bir jimnastikçi olabilmek için de dünyadaki bir sürü meseleyi bilmen gerekmeyebilir. Ama iş giderek başka bir yola gider ve yaya kalırsın. Meselâ belli bir bestecinin belli bir eserini, aynı duyguyu vererek yorumlama şansın azdır. Çok iyi çaldığın halde, çok duygulu olduğun halde... Yani bu senin Şostakoviç'in bir eserini aynı duyguyla çalmana engel olabilir... Şostakoviç'i iyi çalman için başka derinliklerden nasip alman gerekir. Çünkü bu hayat bölüyor ve parçaların arasındaki ilişkileri yok ediyor. Bizler parçaların arasında bölünmüş insanlar olarak parçaları birleştirmek ve aktarmakla müthiş bir zaman ve güç harcıyoruz. Hayat bize onları bütünleyemeyelim diye kurulmuş ve şimdilik öyle devam eder şekilde...
soL: Biraz geride bıraktığımız tartışmaya dönebilir miyiz? Meşhur popüler kültür tartışması... Tanımı gereği yanlış bir şey değil belki, ama popüler kültürün yozlaşması bir yol. Dünya müziğine bakarken de bunu söylemek mümkün. Bugün yaşadığımız da, bir anlamda popüler kültürün yozlaşmasıdır. Popüler müzik yoz olmak zorunda değil. Hatta bir vadede derinliği olabilmiş. Hem toplumsal alanın ihtiyaçlarıyla hem de sanatçının toplumla ilişkisiyle ilgili olarak... Buradan belki caz müziğini tartışmak mümkün ya da size sormak mümkün. Cazın alımlanması, algılanması ve durduğu yer neresidir? Belki o da, arada bir yerde duruyor. Hem popüler kültürün bir parçası, hem estetik olarak "sanat müziği"nin bir parçası, hem de geleneksel kültürün bir parçası olarak bir yerlerde duruyor gibi. Size göre nerede duruyor?
AYŞE TÜTÜNCÜ: Şu anda caz artık seçkin bir katmanın ancak maliyetine cevap verebileceği yerde durmaya başladı. Yani en basitinden ele alırsak; caz konserleri çoğunlukla daha küçük bir mekânda, dolayısıyla bir anda daha az kişiye hitap edilerek yapılan bir şey. Bu demektir ki, bir anda çok fazla para getirmeyecektir o konsere ödenen biletler. Dolayısıyla yine o konserden kazanılan para kitlesel olarak katılabilinen bir pop- rock müziğe göre daha azdır. O zaman, o maliyet kimin sırtına binecek? İşte o caz konserine gelen her bir kişinin sırtına binecek. Başka bir yerde sen 10 YTL'ye bir konsere girebileceksen, caz konserine gittiğinde evden çıkıp, döndüğünde bir bakacaksın cebinden minimum 60-70 YTL çıkmış. Yol, kulübe giriş parası vs. Yani o giriş parası verilmezse, müzisyen de o müziği yapamaz hale gelecek. Dolayısıyla bir bakıyorsunuz ki caz, kitlesel ve bir anda çok çok fazla kişiye hitap etmediği için pahalı bir müzik haline gelivermiş sonuçta. Benzetmek hoşuma gitmiyor ama bazen caz dinlemekle kıyasladığımızda yılan derisi ayakkabı giyebilenler ve giyemeyenlere dönüşüyor olay. Böyle bir yanı var. Ama başka bir şey daha var bizim ülkemizde... Bir gün babam yaşında, çok iyi bir caz dinleyicisiyle bir konserde yan yana oturuyoruz. Konser, Türkiyeli cazcıların gecesi diye duyurulmuş. Açıkhava Sahnesi'nde, Haziran-Temmuz aylarında bir konser. Gerçekten de çalanların, bizim caz müzisyenlerimizin ya da lokal müzisyenlerimizin sahnedeki havası çok kendilerinden emin, rahat ve kendi sahnelerine sahip insanların kendi esprileriyle son derece güzel at koşturdukları bir konser değildi. Konser esnasında sanki birbirleriyle küs gibiydiler ya da cezalı gibiydiler. O, caz dinleyicisi amca da bana dönüp; "ya, görüyor musun bundan sonra Amerikalılar çıkacak. Bak, o zaman seyret" dedi. Ben de, önce yılların vermiş olduğu alışkanlıkla "evet hep de böyle oluyor" dedim. Sonra da bir düşünce aldı beni. Yani tabi böyle olur. Aslına bakarsan niye başka türlü olsun ki? Bir müziğin sahnede müthiş özgüvenle yapılabilmesi için önce senin olması gerekir. Tümüyle senin hücrelerine kök salmış bir müzik olması gerekir. Öyle bir yerleşmiş olacak ki, senden çıkarken de o yerleşmişlik duygusuyla çıkacak, fışkıracak. Halbu ki bizim cazla ilişkimiz bu coğrafyada, elbette ki bir siyah Amerikalının, Amerika'daki gibi bir ilişki değil. Ya da Avrupa cazı diye bir şey de var yerleşmiş olan, onunki gibi de değil. Bundan sonraki ikinci, üçüncü jenerasyonda da farklı bir tavır olacaktır tabi. Çünkü bir tohumu atıyorsun, eninde sonunda oradan bir şey yeşeriyor. Buraya da o tohum atıldı epeydir. Ama bizim seyrettiğimiz konserde çok boynu bükük çiçekler çıkmıştı ortaya. Bu çok anlaşılır bir şey. Yani, bu bir kültür sorunsalı. Kültür de "ha" deyince oluşmuyor. Yaşanması, tüketilmesi, üretilmesi, sindirilmesi, çöplerin atılması, yenilerin konması vs. böyle bir süreç içeriyor. Benim yaptığım, yapmayı sevdiğim şeyde ise; hep açıklıkla söylüyorum ki, yaptığım işin cazla çok ilişkisi var. Ama ilgisi olduğu başka şeyler de var. Bu coğrafyada bulunan ve bir nimet olarak kabul ettiğim her tür müzikle ilgisi var... Meselâ klasik müzik eğitimimden edindiklerimle, on yıl kadar rock camiasında oluşumla, oradan taşıdığım bir ruhu var yaptığım müziğin. Yani hepsi bir şekilde harmanlanıyor. Şuna çok kıymet veriyorum: Bir şey benden geçip öyle çıkmalı çıkacaksa.
EMİN İGÜS: Bir süredir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi ve Sanat Cephesi toplantılarında; kültürle, sanatla uğraşan insanların izleyicisini-dinleyicisini-okuyucusunu bulamamasından ve buna bağlı olarak da maddi sıkıntılar yaşadıklarından konuşuluyor. Şairler kazanamıyor, yazarın romanı satmıyor, albümler raflarda kalıyor... Öyle olacak zaten, başka türlü olabilir mi? Bugün bir caz konseri izlemek isterseniz şartlar ortada... Peki, bizim derdimiz de bu şartlarla değil mi? Başka bir dünya ve başka bir paylaşım şekli istemiyor muyuz? O zaman sen bana pirinç ver ben de sana oturayım çorba yapayım, Ayşe de bize piyano çalsın!.. Bu hayaller olmadan bu işler olmaz. Yani biz ne nerede, ne kadar izlenir, ne kiminle ne kadar buluşurun ötesinde bir şeyleri daha farklı zemine çekmenin, daha farklı buluşmalara açık hale getirecek alt yapıları oluşturmanın derdinde olmalıyız. Bir şeyi üretirsiniz ve ürettiğinizin izleyicisiyle buluşması sadece "almaya ve üretmeye niyetli" insanlarla mümkün olamayabilir. Bu çok daha büyük bir mesele gibi geliyor bana.
12 Eylül'de bir şeyler oldu bu ülkede, hayat ciddi şekilde kesintiye uğradı. Üzerinden 26 sene geçti ve sanatla ilgili sohbetlerde veya yazılarda sıkça "12 Eylül'ün henüz şiirini yazamadık, 12 Eylül'ün filmini çekemedik, romanını yazamadık" diyoruz. Bence gerçek böyle değil; müzikte de, edebiyatta da, resimde de, sinemada da, tiyatroda da çok özenli ve başarılı çalışmalar yapıldı ve yapılıyor. Bunlar paylaşılarak büyütülemiyorsa, bunun biraz da başka sebepleri olduğunu düşünmek gerekir. Kenan Evren hala Marmaris'te oturup resmini yapabiliyor ve "bugün de olsa aynı şeyi yapardım" diyebiliyorsa, şarkıya-türküye gelene kadar çözmemiz gereken bir sürü mesele var demektir.
Geçenlerde Ayşe seninle muhabbet ederken de söyledim; çok güzel yazılmış bir 12 Eylül şarkısı var Mozaik'in. Çok önemli bir şarkıdır ve kaç kişi biliyor? Neyi buluşturamadık peki? Kim niye buluşamadı? Bütün konuşmamızın altında yatan fikir bu; kültür ve sanat bir şeylerle buluşamıyorsa, bir şeyler de kültür- sanatla buluşamıyorsa, yaşamsal anlamda buluşamadığımız çok şey var demektir zaten. İşte yavaş yavaş bunları anlıyoruz. Bütün mesele o yaşamsal dinamikler ile kültürel ve sanatsal dinamikleri kendi içimizde sağlam bir yerde iç içe tutabilmekten geçiyor. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin var olma sebeplerinin, en önemlilerinden birinin bu olması lâzım. Ve olacak da... İşte bu yüzden "işçi sınıfı sanatçısını arıyor, sanatçı işçi sınıfını arıyor" derken; sorması da, cevaplaması da, buluşturması da birbirinden zor durumlar. NHKM ve Sanat Cephesi bu zorluklar için var olmak ve her gün düşlerini bir önceki güne göre daha da çoğaltmak zorunda...
soL: Sanat Cephesi'nin önermesi; siyaset dolayımı olmadan sanatçıyla işçi sınıfı arasında ilişki kurmanın mümkün ve gerçekçi olmaması değil mi?
EMİN İGÜS: Elbette. Benim söylediğim bir eleştiri değildi. Daha geniş bir çerçevede böyle olması gerektiğine inandığımı ifade etmek istedim.
AYŞE TÜTÜNCÜ: Az önce şöyle bir şey söylemek istedim, işçi sınıfı sanatçısını arıyor cümlesinde bir şeyler "güme" gidiyor. Yani dışta kalan bir şey var burada. Meselâ bir yürüyüş için izin isteniyor ve mekân olarak da Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı veriliyor. Neden orası veriliyor. Çünkü nasıl olsa etrafta kimse yok, seyredenin az olacağı bir yer, kervan geçmez bir yer. Onlar yürüsünler, bağırsınlar orada. Böylece kimseye zararı olmaz mantığıyla veriliyor. Misal ki; birileri de orada yürüyor. Yani yürümesinler mi? Hiç değilse yürünüyor. Ama ne oluyor? Sloganı atanın kendisi meseleye zaten hâkim, o sloganın ulaşacağı şahıs zaten o civarda yok, kazara oradan biri geçiyorsa ve onun da bu slogana kulağı kapalıysa, o zaman tüm bunlar anlamsızlaşıyor. Öte yandan tüm bunların buluştuğu şekli şöyle tasarlamak da kötü geliyor; sloganı atan niye attığını biliyor, sloganı dinleyen de niye atıldığını biliyor. Bence bu bir buluşma değil. Bence gerçek buluşma ara durumlarda ve geçiş durumlarında oluyor. Yani biri var ve kendisine söylenen şeyden emin değil, kendisine mi söylendi ondan da emin değil, ama söylenen sözde bir hikmet buluyor ve bir daha ki sefere o sözü söyleyen yere bir daha gitmek istiyor. Bir merak uyanıyor. Ara durum dediğim bu. (Tabi daha bilinçli şekillerde oluşanı da var bu durumun.) Yani bu anlamda kimse kimsenin bir şeyi değil. O işçi sınıfının saptanmış sanatçısı değil, o sanatçının da emin bir kitlesi yok, bu coğrafya belirsiz, haritasını çiz desen çizilemiyor... Ve eksiliyor, çoğalıyor... Nefes alıp vermek böyle olmalı bana kalırsa. Bir televizyon programında bana sordular; "siz dinleyici kitlenizi nasıl seçiyorsunuz? Ben bir an "eblek eblek" durdum. Sonra; "ama biz seçmiyoruz ki dedim. Biz işimizi yapıyoruz, ortaya koyuyoruz sonra da dinleyici kendine uygun buluyorsa tercih ediyor, dinliyor." Meselâ şöyle dinleyiciler de var: Benim Panayır albümüme kadar adımı duymuş ama hiç dinlememiş. Fakat bir gün, bir şey olmuş ve 2006 yılının Ocak ayında "e ben artık bu kadının yaptığı müziği bir dinleyeyim" demiş. Ve sonra çok merak ederse eskiden yaptıklarımı da alır, dinler, karıştırır, bakar... Doğal bir dinleyici davranışı olarak. Bana bu güzel bir buluşma şekli gibi geliyor. Yani, o durum neyse bir ara, bir şey oluyor ve ilgilenme ihtiyacı duyuyor. En gerçek ve sahici buluşma bu bence. Kendisindeki bam teline bir şekilde basılıyor ve işte o zaman ilişki kurmaya başlıyor.
soL: Fakat bu durumla, yürüyüş örneğini aynı şekilde açıklamanın tehlikeleri var gibi. Yani bu açıklama bizi kendiliğinden olmasını beklemek haliyle karşı karşıya bırakmıyor mu? Daha önce de bahsetmiştik. Sanatın oluşmasında da çok önemli unsurlar var; toplumsal dinamikler, gerilimler ve arka planında devinen her şey...
EMİN İGÜS: Doğru. O zaman, burada sanatsal aktivite ile sanatsal üretimi birbirinden ayırmak lâzım. Sanatta bir şey üretme ve yaratma aşamasında elbette içsellik ve kendine dönük bir yapı olacak. Bir sanatsal etkinliği bir yere taşımak, götürmek, insanlarla buluşturmak farklı bir şey, o götürdüğünüz şeyin üretim süreci farklı bir şey.
"Mağdur" diye bir kavram var. Dünya görüşü farklı olabilir veya küçük küçük, ayrı ayrı kulvarlar olabilir ama ezilen bir kitle var bu ülkede, bu dünyada. Birileri devamlı pastadaki payını arttırırken devamlı ölen bir dünya var öbür tarafta. Picasso'nun bir tablosunun yüz milyon dolara satılması Afrika'da binlerce çocuğun açlıktan ölmesi anlamına geliyor. Tablosuna yüz milyon dolar verilmesi Picasso'nun değerini artırmıyor, aksine bu Picasso'yu küçültüyor. Sektör dediğimiz şey bu. Osman Hamdi'nin "Kaplumbağa Terbiyecisi" isimli tablosu beş trilyona el değiştirdi. Ben bunu kabul edemiyorum. Beş trilyon verilmesi değeriyle ilgili değil. Bu para resmi de yüceltmiyor zaten. Burada bir düzen var ve bu düzen sürdüğü sürece bir yerde sürekli kaybedenler oluyor-olacak ve ben kültürel anlamda bir katkı koyabileceksem bunun her yerde ve her zaman "şimdilik kaybedenler" için olması gerekir. Benim temel duyarlılığım bu.
AYŞE TÜTÜNCÜ: Tabi, bu genel ve hepimizin hissiyatı.
EMİN İGÜS: Şimdi sen bana diyorsun ki şuraya gidelim, şu alanda şöyle bir etkinlik yapalım, şarkımızı-türkümüzü söyleyelim...
Herkes yanına alabileceklerini alır, katabileceklerini katar ve yola koyulur. Ondan sonra buluşma da, buluşturma da gerçek anlamına kavuşur.
Daha çok tartışacağız ve belli ki, bir şekilde yolu genişletmek için de bir sürü soru soracağız. Ama hem soruların altını doğru doldurmak hem de yanıt çeşitliliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi açık tutmamız gerektiğini düşünüyorum.
AYŞE TÜTÜNCÜ: Bu güzel oldu. Demek istediğini de daha iyi anladım. Buluşturma fikri çok doğru geliyor bana. Çünkü bu yapılmasa hayat boyu hiçbir şey buluşmayacak. Yani gerçekten de madem ortada buluşmamıza, bağların kopmasına neden olan bir sistem var, o kopmuş olan bağları tekrar ya da yeniden bağlamamız, bunun için olanaklarımızı seferber etmemiz, fikir üretmemiz, bir arada pek alâ çalışabilecek insanları bir araya getirmemiz gerekiyor. Ve doğrusu da bu. Biz yapacağımızı yapalım da geriye kalan tartışmaları yol alırken hallederiz.