Bundan on yıl önceki bir yazıyı şöyle bitirmişim:
"Sosyalizm insan aklının ve yaratıcılığının bütün kısıtlayıcılarından kurtularak gelişmesini sağlar. Sosyalist toplumun kuruculuğuna soyunmuş insanların, gelişmiş ya da az gelişmiş yahut çarpık oluşundan değil, doğası gereği insanlığa düşman olan kapitalizmin küf ve irin kokulu ambarından alıp kullanacağı hiçbir araç ya da çözüm yoktur. Bunun bilincindeki eksiklikler, ölümcül yanılgıların habercisi olarak görülmeli ve mutlaka giderilmelidir."
O zaman da şimdi de yaygın durumdaki "reel sosyalizm" yaftasından hoşlanmayıp onun yerine o yıllarda uydurduğum deyişle "kurulabilen sosyalizm"in, yan yana yaşamakta olduğu kapitalist dünya karşısında, isteyerek ve istemeyerek açık kaldığı etkilenmelere ilişkin bir değerlendirmenin sonuç yargılarıydı bu satırlar.
Şimdi, yukarıdaki satırları hatırlarken aklımda olansa, biraz farklı; bu coğrafyada içinde yaşadığımız kapitalist toplumun, gelecekte bize neler bırakacağını düşünürken, daha doğrusu, yaşarken kapıldığım dehşet... Bu dehşeti her gün yaşıyorum, dersem, abartmış sayılmam. Bir yerden bir yere ulaşmaya çalışırken, evimde gündelik işlerle uğraşırken, en basit kamu hizmetlerinden yararlanmak için boğuşurken, hatta neredeyse sokakta yürürken bile...
Diyelim, bir yerden bir yere gideceğiz, uzak ya da yakın. Yürüyerek ulaşamıyorsak, hele de büyük bir kentteysek, işimiz iş demektir. Sıkıntılardan sıkıntı beğen de diyebilirdik. Oysa, yirmibirinci yüzyılda yaşıyoruz ve kapitalizmin ta yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde keşfedip insanlığa sunduğu, kendi adına yazılı, zaman zaman da somutlaştırarak "amerikan hayat tarzı" etiketiyle piyasaya sürdüğü yaşama biçiminin bir numaralı simgesi olan otomobile sahip bulunuyoruz. Biz insanlar, bizi bir yerden bir yere ulaştıracak böylesine olağanüstü bir araca sahip olduğumuz için ve, tuhaftır, refah düzeyimizin göstergesi olarak bu araca ne kadar çok ve yaygın biçimde sahip olursak, bir yerden bir yere ulaşmamız o kadar tehlikeli, sıkıntılı, geç, güç, hatta imkânsız hale geliyor.
Her gün, her günün sabahında akşamında bunları düşünüyorum ve düşündükçe, akılcı ve insanca usullerle bir yerden bir yere ulaşmanın yollarını bulmaya uğraşırken milyonlarca yurttaşımızın kapitalizmin bir zamanlar kendilerine sunmuş olduğu bu bir yığın gürültücü, kirletici, yaralayıcı, öldürücü ve bunlardan başka işe yaramaz aracı ne yapacağız; ondan da önce, zavallı halkımızın büyük bölümünün ekmeğinden keserek sahip olduğu bu mallardan vazgeçmelerini nasıl sağlayacağız, diye karalar bağlıyorum. Kapitalist toplumdan geriye kalacak ve önemli bir bölümü işe yaramaz nitelikteki ulaşım araçları stokuyla ne yapacağız?
Derken, aynı hayat tarzının, daha sonra eklenmiş ikinci vazgeçilmez büyük keşfi olan televizyon ve halkımızın onsuz bir yuva hayal edemeyişi aklıma düşüyor. Bununla birlikte, dağılmanın da bir sınırı olmalıdır diyerek, bu faslı hemen kapatıyorum.
Derken, o yuvalar aklıma geliyor. En iyileri sefertaslarına, üstelik benim çocukluğumda okula ya da babamın öğle yemeği için işyerine götürdüklerimizden çok daha fazla katlı sefertaslarına benzeyen, en fazla onlar kadar ferah ve onlardan çok daha sevimsiz olan apartmanlar; neredeyse istisnasız bütün kentli emekçilerin hayallerini süsleyen apartman daireleri... Ne kadar çok ve ne kadar hızla çoğalıyor... Emekçileri, onların içinde yer alan kendimizi, oralarda yaşamaya nasıl mahkum edebileceğiz? Üstelik, daha da kötüsü, hiçbirini açıkta bırakmamak için, mahkum etmek ne söz, oralarda yaşamalarını sağlayabilmek için ne büyük çabalar harcamamız gerekecek! Oysa, yenilerini yapmak bir yana, eskiden kalanları bir biçimde, toplumsal açıdan en rasyonel ve yapılabilir yollarını bularak ortadan kaldırmak zorunda değil miyiz? Kapitalist toplumdan geriye kalacak mekân stokuyla ne yapacağız?
Emekçi insanların çok daha güzel, insan ilişkilerine elverişli, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarla uyumlu mekanlarda yaşamalarını; onlarla öteki yaşama mekânları ve alanları arasında en çabuk, en güvenli, en rahat biçimlerde gidip gelmelerini sağlamak için yapılması gereken ne çok iş var! Ayrıca, yapacağımız iş, başlangıçta, o ünlü öyküden hatırladığımız, önce kendisine eskiden öğrendiklerini unutturmaya uğraşacağı için "biraz bildiğini" söyleyen öğrencisinden hiç bilmeyene göre daha çok ücret isteyen dans öğretmenine benzemeyecek mi? Ücret isteme bölümü dışında elbette...
Bunlar utopya mıdır, daha doğrusu, bunları düşünmek utopyalarla bozulmuş bir aklın halleri midir?
Hiç sanmıyorum. Ancak, bunların ve benzerlerinin utopya, daha uygun bir anlatımla, boş ve yararsız hayalcilik olduğuna köklü itirazlarım bulunmakla birlikte, itirazlarımı çok da uzatmam; çünkü, utopya bizim uzağımızda değildir, yabancımız da olmamıştır. Bu sözcüğün bizim dilimizde "yokülke" gibi pek güzel bir karşılığının bulunduğunu hatırlayarak devam edersek, hangi vesileyle yaptıysam, bir kenara not ettiğim güzel bir söze başvuracağım. Oscar Wilde, "Utopyaları göstermeyen haritalar beş para etmez." demiş zamanında.
Bizim elimizdeki haritalarda böylesi eksiklikler olmamalıdır. Olduğunu fark ettiğimizde ise onları yırtıp atmak, sadece hakkımız değil aynı zamanda görevimizdir.
Borç, borcun sürekliliği ile gelir dağılımı arasındaki ilişkiler Burak Gürbüz |
Bir çevrimin kısa bilançosu: 1998-2007 Korkut Boratav |
Yararsız haritalar Mesut Odman |
Sağlar'a küfür gibi yanıt | |
ABD Türkiye'den 'diplomasi' hizmeti bekliyor | |
Tekirdağ'da ‘ani atamalar' sürüyor | |
Üniversitelerde saldırılar sürüyor | |
Morales: Sorun kapitalizmin kendisi |