Onbirinci cumhurbaşkanımızı seçmek üzereyiz. Hukuk bilgisi ve demokratlığı kendinden menkul meclis başkanımız seçim sürecine ilişkin programı bir basın toplantısıyla açıkladı. Onu izleyen bir başka basın toplantısında Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt siyasi karar organının dışa bağımlılığından TSK’nın yıpratılma çabalarına, AB’nin yapay azınlıklar yaratma girişimlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” üslubunda eleştirilerini yaptıktan sonra hangi niteliklere sahip bir cumhurbaşkanı umut ettiklerini yansıttı. Haftalardır yığınlar da bu doğrultudaki isteklerini mitinglerde, röportajlarda dile getiriyor. Ne var ki tüm söylenenler papatya falı açma mertebesine indirgenmiş durumda: Olacak mı, olmayacak mı?
Anayasamıza göre cumhurbaşkanını TBMM seçer, bunun süreci de gene aynı yasa tarafından belirlenmiştir. Bu seçimin böylece milli iradenin eğilimine bağlı olduğu da sık sık (bugün de) ifade edilmektedir. Ne var ki, milli irade deyimi sadece seçimin meşruiyeti yönünden kullanılan aldatıcı bir ifadedir. Gerçek olan seçimin bir sayısal çokluğa dayanmasıdır. Bu çokluk bazen yüzde 25 (AKP’nin oyu), bazen de yüzde 50’ye ulaşılır. Uzlaşı vb. kavramlar ise, sadece seçimi bezeyici unsurlar olarak kullanılır. Amaç bu toz duman arkasında seçimin hangi egemen güçlerce yapıldığı gerçeğini gizlenmesidir.
Son günlerde gösterime giren “Zincirbozan” filmi bir anlamda savlarımıza güncel bir örnek teşkil etmektedir. 12 Eylül 1980 darbesine giden süreci ele alan bir film bu. Filmde CIA ile Turgut Özal arasındaki ilişki; Karanlıklar Prensi diye ünlenen R. Perle ile Özal’ın yakınlığı anlatılmakta. Semra hanım itiraz etse bile bu doğru bir saptamadır. 1965-1980 dönemini de ele alan “Türkiye’nin ulusal egemenliğini yitirme süreci” (Memleket, siyaset, yönetim dergisi Mayıs 2006) başlıklı yazımda altını çizdiğim gibi, ülkemizde 1970’li yıllarda yerli ve yabancı sermaye ittifakıyla emekçiler arasında üstü örtülü bir sınıf çatışması yaşanmıştır. Bu çatışmada da küresel sermayenin mutemedi olarak Turgut Özal, gerici MESS’in başkanı olarak başrolü oynamıştır. Özal ve Evren Türkiye ekonomisinin küresel kapitalizmle eklemlenmesini gerçekleştirmiştir. Özal da, Evren de küresel sermaye odaklarının, dolayısıyla ABD’nin Türkiye’deki işbirlikçi piyonlarıdır. Filmde öne sürülen Yunanistan’ın NATO’ya yeniden bağlanması savı bu ilişkinin sadece küçük bir motifidir. Şimdi düşünelim Çiller, Kemal Derviş ve benzerleri aynı işbirliği çerçevesine girmezler mi?
Türkiye’de 1950’den günümüze, cumhurbaşkanları ve hatta başbakanlar ABD yörüngesinde değiller midir? Celal Bayar’ın başında Teksas (kovboy) şapkası ile ABD gezisinde verdiği görünümü, “Türkiye küçük Amerika olacaktır” özlemini unutmak mümkün müdür? 27 Mayıs 1960’ta alkışlarla, meserret ile karşıladığımız askeri darbenin radyoda yayımladığı ilk bildirinin (Alparslan Türkeş okumuştur). “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” sözcüklerini vurguladığı şu an bile kulaklarımızda çınlatmaktadır. Ya Kıbrıs’ta ki EOKA militanlarının saldırılarına yanıt vermek isteyen milli mücadelenin anti-emperyalist İsmet Paşa’sının ABD Başkanı Johnson’un bir mektubuyla nasıl susmak zorunda kaldığı? Onun, ABD’nin kamuoyunda alenen oynadığı bir oyunla (Komer’in temasları) bütçe görüşmelerinde düşürülmesi sonucunda kendisine söz hakkı bile vermeyen meclis başkanına nasıl çaresizlikle baktığı belleklerimizden henüz silinmedi. Demirel’in (Morrison Süleyman lakabıyla) Başkan Johnson’la çekilmiş resimlerinin arkasına sığınarak Adalet Partisi Genel Başkanı oluşu da bilinmektedir. Tüm bunlar son yarım yüzyılı aşkın bir süredir uluslararası sermayenin ve ABD’nin ülke liderlerini belirlemekteki başat konumunu ortaya koyan örneklerdir.
Şimdi yeni bir seçim sürecine girmiş bulunuyoruz. Ama şu soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: Ekonomisi, dış politikası ve bir çok kurumlarıyla dışa, küresel kapitalizme eklemlenmiş bir ülkede özgür bir ulusal iradenin oluşması mümkün müdür? Öncelikle buna isyan etmeliyiz. Bu doğrultuda kendi irademizi sergilemeliyiz. İktidar partisi, Genelkurmay Başkanı, sermaye çevreleri kendi eğilimlerini; bunun da ötesinde “Nasıl bir Cumhurbaşkanı” umut ettiklerini tanımladılar. Bu ara emekçilerin, ezilenlerin istekleri umutları, ortaya çıkmadı. Kimse onlara bir şey söylemedi. Oysa bu tanıma kolayca ulaşılabilirdi. Yığınlar çalışma hakkının güvence altına alınmasını istiyor; sağlık, emeklilik ve yaşam güvencesi arıyorlar. Yoksulluğun, sömürünün, her türlü ayırımcılığın sona ermesini bekliyorlar.
Anayasada ve cumhurbaşkanı yeminindeki koşullara uyduğuna inandığımız birine, örneğin Kemal Derviş ya da Tansu Çiller niteliğinde birine hemen “evet” mi diyeceğiz? Bugün istenmediği meydanlarda bağırılan kişinin bundan ne farkı var ki?
Yurtseverlerin seçimdeki tanımında emperyalizm karşıtı olmak var, küreselleşme karşıtı olmak var, ABD ve AB karşıtı olmak var. Ülkeyi eninde sonunda babalar gibi satmaya hazır olan IMF, AB ve ABD çapalı adayların Çankaya’da yeri olmamalı.
Cumhuriyetler savaşı İlker Belek |
14 Nisan... Ankara... (1) Kemal Okuyan |
Seçimi gerçekte kim yapıyor? Tevfik Çavdar |
![]() | Bağımsızlık Yürüyüşü’ne İzmir’den destek |
![]() | Arınç’tan Erdoğan'a Özal benzetmesi |
![]() | FKÖ: Yedi yılda 900 çocuk öldürüldü |
![]() | Alman askerlerine ırkçılık eğitimi |
![]() | 5 Kübalı Yurtsevere Özgürlük |