www.soL.org.tr
Godot'yu beklemeli mi?
Metin Çulhaoğlu 10 Mayıs 2008, Cumartesi

Aylardan Mayıs'sa, bir de aradan 40 yıl geçmişse, "68"e dönmek neredeyse farz oluyor...

Kimse kaygılanmasın, "eskiden şöyleydi, böyleydi" diye anı anlatacak değilim. Bu arada, yeri gelmişken Türkiye'deki devrimci öğrenci hareketinin geçmişine ilişkin "68" kodlamasına pek aklımın yatmadığını da bir kez daha belirteyim. Avrupa, özellikle Fransa için "özel" bir yıl olarak 68'e gönderme yapılabilir. Ancak, Türkiye'ye gelindiğinde söz konusu olan, tek bir yıl değil 1961-71 dönemidir; aynı dönemde devrimci gençlik hareketinde yaşanan 1969-71 kırılması ve ayrışmasıdır.

Ne var ki, "68" ve "68'lilik" terimleri artık iyice yerleştiğinden ve bu saatten sonra söylenenlere kimse kulak asmayacağından, burasını geçelim. Bir de, geçelim ki, "üzerimizde bir tek bu paye var, o da mı çok görülüyor" tepkisine maruz kalmayalım.

Ancak geçerken, bir gerçeği tespit etmek gerekiyor. Türkiye'de 1961-71 döneminde yaşanan sol yükseliş, tüm dünyada gözlenen genel "sola yöneliş" ile kuşkusuz ilintilidir. Arada, şöyle veya böyle bağlantılar ve örtüşmeler bulmak mümkündür. Başka bir deyişle, 1960'ların başından 1970'lerin ikinci yarısına kadar uzanan döneme bakıp tüm dünya için bir "eğilim" çıkarsayabiliriz ve Türkiye'deki gelişmeleri de bu eğilime oturtabiliriz.

"Nasıl bir eğilim?" sorusunun yanıtı da açık olsa gerek: Soğuk savaştan "yumuşamaya" geçilmektedir; dünya sosyalist sistemi yerli yerinde durmaktadır; Avrupa'da işçi sınıfı hareketi ve partileri güçlüdür; ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadeleleri üç kıtadaki (Asya, Afrika ve Latin Amerika) süreçlere damgasını vurmaktadır...

"Bunları zaten biliyoruz" diyenler olacaktır. Ancak, bunlar kadar bilinmeyen, bilinse de pek fazla dillendirilmeyen bir başka nokta daha vardır. Bu noktayı, önce daha soyut ve genel planda şöyle ifade etmek mümkündür: Dünya kapitalist sisteminin kendi iç kurgusuyla birlikte bu kurgunun uzantısı olan yaklaşımlar, politikalar ve söylemler, doğrudan veya dolaylı, sol hareketin kendisine de belirli bir zemin sunar. Daha açığı, sol hareket, yalnızca kendine ait dinamiklerle belirlenmez; dünya kapitalizminin verili bir döneme özgü iç kurgulanışı da solun çıkışını şöyle veya böyle şekillendirir.

O halde, 1960'larda gözlenen genel sol eğilimin, kendine ait dinamiklerle birlikte, kapitalist dünyanın o dönemine damga vuran "refah devleti-kalkınma-modernleşme paradigması" gibi bir zeminle ilişkili olduğunu söylemekte sakınca yoktur. "Kan bağını" aşırı bulacaklar için "hısımlık" da diyebiliriz.   

Yukarıdaki savı daha "cüretkâr" bir noktaya taşıyıp ekleyelim: 1960'ların sol dünyasında, dünya sosyalist sistemini, Avrupa işçi sınıfı hareketini ve üç kıtadaki ulusal kurtuluş-bağımsızlık mücadelelerini birbiriyle ortak, ilintili ve etkileşimli kılan ve sonuçta ortaya bir "dünya eğilimi" çıkaran başlıca etmenlerden biri, uluslararası kapitalizminin (karşıt sistemin etkisiyle zorlanarak da olsa) benimsediği bu paradigmadır.

Yoksa mesele, o dönemin sosyalistlerinin, solcularının, yurtseverlerinin ve ulusal kurtuluşçularının formasyon olarak bugünkülere göre dünyanın başka coğrafyalarındaki gelişmelere daha duyarlı, bu anlamda daha "enternasyonalist" olmaları değildir.

* * *    

Şimdi günümüze gelelim ve şu sorular üzerinde düşünelim:

Latin Amerika'da genel bir sol dalga var; bu dalga tüm dünya solunu ne ölçüde etkiliyor, canlandırıyor?

Zapatistalar, Seattle'lar, Prag'lar, Porto Allegre'ler ne getirdi? 

Nepal'da olsun, tek tek başka ülkelerde olsun, komünist-sosyalist partilerin kimi başarılarından kalkarak "hah, dünya artık değişiyor" diyebiliyor muyuz?

Avrupa'da "solun" nerede, ne zaman inişte, nerede ne zaman çıkışta olduğuna kafa patlatmanın, neyin inişi, neyinse çıkışı getirdiğini kukumav kuşları gibi düşünmenin anlamı kaldı mı?   

Söylenenlerden hareketle, belirli çıkarsamalar mümkün görünüyor. Birincisi: Dünya kapitalizminin bugünkü iç şekillenişi ve kurgulanışı, dünya ölçeğinde, genel ve köktenci yeni bir sol dalgayı itekleyecek "paradigma" zemininden yoksundur. Dünya kapitalizmi, geçmişte sol dalganın evrensellik kazanmasına katkıda bulunan eski paradigmayı, deyimi mazur görürseniz, çoktan "kusmuştur." İkincisi: İlle de "küresel ölçekte mücadele" denecekse, dünya kapitalizminin bugünkü iç şekillenişi ve kurgulanışı, bu bağlamda küreselleşme reformculuğundan başka tür bir "solculuğa" zemin sunmamaktadır. Ve üçüncüsü: Dünya ölçeğindeki durumun değişmesi, yeni ve köktenci bir sol eğilimin şekillenmesi, ancak, ülkesel veya bölgesel kopuşların kümülâtif birikimi ve sonuçtaki altüst ediciliğiyle ortaya çıkabilecektir.    

Evet, doğrudur; 1960'ların sol eğilimi, tekil olarak Viet Nam'ı, Afrika'daki ulusal kurtuluş mücadelelerini, "kapitalist olmayan yol" aranışlarını veya Latin Amerika'daki dinamizmi içerip "eriten" bir genellik içermekteydi. Başka bir deyişle, 60'ların sol eğilimini tekil ve özel herhangi bir çıkışa bağlamak mümkün değildir. Ne var ki, bu örneği bir kural saymanın, aynısını günümüzde de aramanın veya beklemenin, Godot'yu beklemekten pek farkı yoktur. Nitekim tüm umutlarını topyekûn yeni bir "küresel" yükselişe bağlayanların özellikle son dönemdeki söylemleri, uçukluk ve temelsizlik bakımından Beckett'in iki tipi arasındaki konuşmalara giderek daha çok benzemeye başlamıştır.    

Mesele, en başlarda pek esinlendirici, ateşleyici ve sürükleyici görünmese bile, "Godot Geldi" (Miodrag Bulatovic-1966) çağrışımı yaptırabilecek çıkış ve kopuşları kotarabilme, bunları üst üste biriktirme meselesidir.

Ama tek tek ülkelerde, ama belirli bölgelerde...

İşin altında "hayır öyle değil, böyle olacak" türü bir inatlaşmanın yattığı sanılmamalıdır. Önemli olan, devrimci yükseliş için tek bir "örüntüye" bağlı kalınamayacağının görülmesidir. "Küreselleşme" denilen sürecin kapsayıcılığı ile anlamlı (ve köktenci) karşı çıkış ölçeği arasındaki asimetrinin kabul edilmesidir. Unutmayalım, Avrupa'da 1800'lerin ilk yarısındaki dinamizm Fransız İhtilalı'nın doğrudan uzantısıdır; daha sonraları, Almanya'daki Spartakist ayaklanma, İtalya'da işçi konseyleri deneyimi, Türkiye dahil "doğudaki" ulusal kurtuluş hareketleri de, 1917 Ekim Devrimi'nin açtığı kapıdan atılan adımlardır.

O halde, bir kez daha söylersek, Godot'yu beklemek yerine, bu zatı muhteremi kolundan tutup getirmeye çalışmak çok daha yerinde olacaktır. 

yazici   mail
Godot'yu beklemeli mi?
Metin Çulhaoğlu