www.soL.org.tr
Ne yapıyoruz? (1)
Yurdakul Er 7 Eylül 2007, Cuma

Artık çok yeni bir noktadayız. Sadece eski noktalarla, eski koordinatlarla açıklayamayacağımız bir yerde yani. O nedenle, çoktandır, hem de Lenin Okulu'nun çocukları olmamıza rağmen, "Ne Yapmalı?" diye dolaşanları, akıllarına bu sorudan başka bir şey sığdıramayanları hoş göremez olduk. İlle bir yere dahil edileceksek, elbette "Ne Yapmalı'cılar" sınıfındanız; buna itirazımız olamaz. Ama yerimiz bugün farklıdır.

Farklıdır ve bu nedenle bazı soruları yinelemekten kaçınıyoruz; evet. Neden? Çünkü o zaman yenildiğimizi kabul ve ilan etmiş oluyoruz. Bizim meslekte buna yer yok; malum. Bizim meslekte, devrimcilikte, nihai yenilgi diye bir kategori tanımayız. Elbette yeniliriz, yenildik de, ama yenilgiyi kabullenmeyiz; kendimizi değiştirerek/bileyerek, yeniden ve yeni noktalardan çıkışlarla inadımızı sürdürürüz. Yenilgiyi kabullenenleri de, aramızdan çıkıp karşı devrim saflarına yerleşmiş cahiller olarak görürüz.

Uzun mu oldu?

Tamam. Kısaltabiliriz.

Gelmek istediğimiz bir yer var ve o, şu: "Ne Yapmalı?", 1902'deki sorumuzdu. Hâlâ etkilidir. Etkilidir, çünkü o sorudan hareketle, daha doğrusu o zihniyetin devrim tarihine damga vurması sayesinde ezilenlerin "makus talihi" dönmüş, tarihimizde yeni bir sayfa açılmış ve sosyalizm somut bir pratiğe, bir iktidar ve devlet pratiğine dönüşebilmiştir. Kimilerine göre erken sosyalizmi temsil eden ilk sosyalist devletin, kuruluşundan 74 yıl sonra, bir dünya sistemi haline de gelmişken birdenbire çökmüş, daha doğrusu çöktürülmüş olması, "Ne Yapmalı'cılar"ın gücünü sıfırlamamızı gerektirmiyor.

"Ne yapmalı?" diye soramayız artık dedik: Bu soruyu 105 yıl sonra içeriğine yönelik hiçbir yaratıcı müdahale olmaksızın temcit pilavı gibi milletin öne sürüp durmak, kimseyi devrimci yapmıyor; tersine, bu yineleme, devrim tarihimize hakaret sayılıyor. Belki bugün ondan hareketle, doğru soru, "Ne Yapıyoruz?" olmalıdır.

Gerçekten de yapmamız gereken çok iş var, yaptığımız çok iş var ve yapacağımız çok iş var. Gerçi epey yol aldık, ancak uğraşımız sürüyor. O nedenle, kendi kendimize "Ne yapıyoruz?" diye ilerletici bir soruyu yöneltmek, işimizin en önemli bir parçası bile sayılabilir.

Özellikle eski solun bir dönem yinelemeye pek meraklı olduğu, ama hiç anlayamadığı sınıf mücadelesi, yeni bir aşamaya girdi ve biz, Türkiye'nin emekçi sınıflarının, çıplak ve dolaysız devlet zorunu simgeleyen plebyen şiddetle değil, entelektüel şiddetle baskı altında tutulduğunu hep vurguladık. Demokrasi bu nedenle bizim gözümüzde kirli ve ucuz bir oyundu. Demokrasinin meşru çocuğu sayılması gereken dinci ideoloji, emekçi yığınlar üzerindeki ezici manevi şiddetin en önemli örneklerinden biridir. Yaşıyoruz.

Vaziyetten vazife çıkarıyoruz. Bir görev türeteceğimiz için bu vurguda ısrarlı olmalıyız. Yığınlar, dünyanın her yerinde ve özellikle çağdaş kapitalizmde, plebyen baskı veya kaba zorla sömürülüp yönetilmiyor. O zaten var, ama çok önemli değil. Plebyen şiddet, devrimci bir iktidara yürüyüşte sömürücü sınıfların entelektüel şiddetiyle karşılaştırıldığında, hiç önemli değildir.

Önemli olan, elbette aydınlar ve aydın adayları dahil, geniş yığınların "intellect"ine, yani zihinsel kapasitesine, yargılama gücüne, algı ve kavrayış zenginliğine müdahale etmektir. Bu yoldaki baskıyı ve buna yönelik direnişimizi "entelektüel şiddet" başlığı altında irdeleyebiliriz. Bu şiddet, kaba polis veya asker şiddetinden çok daha önemlidir, dedik. Karşılaştırıldığında, gerçekten de polis devletinin veya faşist/faşizan bir iktidarın, çıplak şiddet olarak adlandırılmasının büyük hata olduğu rahatça görülecektir.

Sınıflı toplumlarda, iktidarlar, yönetici sınıfların entelektüel şiddet yeteneği üzerinde yükselir.

İktidarlar, entelektüel şiddetle kurulur.

İktidarlar, entelektüel şiddetle yıkılır.

Hatta daha cüretli bir iddiada bile bulunabiliriz: Plebyen şiddet, sokağın dolaysız şiddeti, kaba güç, ancak yığınların ve "aydın"ın beynine işleyebilen bir şiddetin türevi ise etkili olabilir. Asıl kaynak, her zaman entelektüel şiddettir.

O nedenle, diyelim "ordu", ne kadar güçlü olursa olsun, eğer entelektüel şiddet mekanizmalarından güç alamamışsa, patır patır dökülmeye mahkumdur. İsteyen, şimdilerde, Ankara'daki yeni islamcı faşist iktidarla onun sözde karşıtı üniformalı laiklerin hal-i pür melaline bir göz atabilir. İslamcılar, faşizan çizgileriyle (MHP'nin cumhurbaşkanı için yolu açması kimse için sürpriz olmamıştır), bütün bunları yerle bir etmiştir bile. Çünkü önce çevreden kuşatma başarılmıştır. Anlaşmaya mecburlar. Anlaşırlar da.

Dolayısıyla demokrat islamcıların gözdesi bir Hilmi Özkök, halefiyle arasında bir fark olmadığını boşuna manşetlerden bağırmış değildir bir süre önce.

Bunlar, yenildiğini hazla kabullenip çok çabuk ilan eden ikbal avcılarının hizmetlisidir.

Tamam.

Tamam ve bağlayacağımız bir yer var: Plebyen şiddetle çatışmayı veya kapışmayı temel iş sayanların, solculukla köklü bir ilişkisi olduğunu bunlardan ötürü söyleyemiyoruz. Aslolan, toplumsal baskının temelindeki entelektüel mekanizmalardır. Din ve bir tuhaf "modern din" olarak her rengiyle demokrasi, bu mekanizmaların en etkilisi sayılabilir: Ezenler açısından...

Demek, direniş ve sol bir iktidar arayışı, bu şiddet merkeziyle çarpışmaktan, onun türevi konumundaki plebyen şiddeti de gerçek yerine oturtmaktan geçiyor.

İşte bugün yaptıklarımızın, daha doğrusu, yapmakta olduklarımızın gözden geçirilmesi bu yüzden önemlidir. Eğer devrimler "her zaman verili nüfusun ortalama tercihlerine karşı" gerçekleşmişse, iktidar mücadelesinin hem tepeden, yani toplumun aklına yönelik ve hem de onunla doğrudan bağlantılı bir biçimde aşağıdan yürütülmesi çok önemlidir.

Toplumun bombardımana uğramış aklına ve onu yaratan kapitalizmin demokratik şiddetine karşı bir akıl ve entelektüel şiddet örgütlemek gerekiyor o halde.

Bunu öncelikle günlük gazete ve kitap yayıncılığı, kısmen de görsel işitsel medya aracılığıyla yapabiliriz.

Demek gazete ve kitap yayıncılığı, dergicilik ve kısmen de görsel-işitsel medyaya daha güçlü girmemiz gerekiyor.

Bu konuda, önümüzdeki hafta söyleyeceklerimiz olacak.

yazici   mail