www.soL.org.tr
Katliamlar arasında
Aydemir Güler 21 Nisan 2007, Cumartesi

Malatya’daki katliamın ardından medyada ne çok köşe yazarı işaret parmağını sallayarak yazdı, dikkatinizi çekti mi?

“Siz, diyorlardı, memleketi bu hale getiren sizsiniz!”

Kimisi milliyetçiliği, kimisi sadece milliyetçileri, bir diğeri dinci gerici birikimden sorumlu olanları, başkası “öteki”ne tahammülsüzlüğü yargıladı. Faşist denebilecek nitelikteki bir takım televizyon kanallarında denk geldim, onlar da “ne zaman bir şey olsa, faturası bize çıkıyor” diye sızlanıyorlar, tüm cinayetlerde kendilerine karşı kurulmuş bir komplo keşfediyorlardı…

Ben de parmağımı sallamak isterdim; milliyetçisini, dincisini, liberalini, kontracısını ihmal etmeden topuna… En fazla biz haklı olurduk.

Çünkü biliyoruz, bunca şikayet edilen faşistlere dokunulmayacak. Adam öldürmeyi öven internet siteleri, buralara yazanlar, bu sitelerin ait olduğu dernekler, spor klüpleri hakkında savcılar parmaklarını kımıldatmayacak. Bir parti idamı geri getireceğini ilan edecek ve dokunulmayacak. Bir diğer partinin kah asker uğurluyorum, kah maç kazandım ya da kaybettim, kah bildiri dağıtanları PKK’li sandım diyerek haftada birkaç kez etrafa saldırmasına ses edilmeyecek. Türkiye’de dinci gericiliğin genel etkisinden vazgeçtim, düpedüz tarikatların denetiminde taşra kasabaları ve büyük şehir semtleri var; hiçbir şey yapılmayacak. Vaazların okula girmesine itiraz edecek liberal ve laik basın, ama camilerin tarikatlara bizzat devlet eliyle bölüştürülmesine kimse gıkını çıkarmayacak. Meclis Başkanının üslubu ve karısının türbanı bir edebiyata konu edilecek, ama Arınç’ın, Gülen’in dönüş gününü ne çok özlediğini gözyaşları içinde anlattığı ve üstünden daha bir yıl geçmeyen konuşmasını kimse hatırlatmayacak. Daha yeni, katillerle empati kurmaktan bahseden büyük gazetelere sitem bile edilmeyecek. Azınlıklara hoşgörüden dem vurulacak, ama bugünün büyük holdinglerini oluşturanlardan Kayseri kökenlilerin memleketten kaçırtılan Ermenilerin, İstanbulluların Rumların malını mülkünü nasıl sermayeye dönüştürdüklerini kimse yazmayacak, araştırmayacak…

Hangi birini sorumluluğun dışına çıkarmak mümkün ki! Tabii ki haklıyız, düzenin bütününü suçlamakta.

Düzenin çeşitli sözcüleri bu teşhirin kimi bölmelerini birbirleri hakkında parçalı olarak yapıyorlar. O halde ben başka şeylerle ilgilenebilirim. 

Liberallerden gelen bir sese göre, Türkiye’nin tehdit altında bulunduğu yönündeki görüşler, bugüne gelinmesinden sorumlu.

Hatları karıştırmak için bire bir bu tez. Devletin on yıllarca tehdit altındayız diyerek ABD yardakçılığını, NATO üyeliğini, -hatta askerlerin çokça teyit ettiği Türkiye’nin güvenlik stratejisi olarak AB üyeliği teziyle- AB’ciliği topluma yutturduğu açıktır. Ruslar Karadeniz sahillerine çıkartma yapacak türünden zırvalara dayanarak memleketi karış karış kontrgerilla ve faşist yatağı haline çevirdiklerini biliyoruz. Laik devletin, komünizm gelecek din elden gidecek diye tarikatlara misyon yüklediğini de… Bugünkü cinayet şebekeleriyle bu yönetim geleneği arasında tarihsel bağlar var.

Ama sözü edilen bunlar değil. Sözü edilen Türkiye’nin ABD tarafından savaşa sürüklendiği, emperyalistlerin Türkiye’ye istediklerini yaptırmak için bölünme, provokasyon, İslamcılık, “sivil toplum” dahil sayısız aracı kullandıkları.

Bunlara işaret edip ortada bir tehlike olduğunu mu söylüyorsunuz, tamam işte, yakalandınız! Siz, tahammülsüzlüğe, tepkiselliğe, provokasyonlara zemin hazırlıyorsunuz…

Siyasette büyük gerilimlerden nadiren devrimci patlama, çoğunlukla geri bir uzlaşma dengesi çıkar. Ya sağa, ya sola yani. Düzenin daha güçlü olduğu bir dengedir bu. 2007 baharındaki gerginlikten “bütün bunlar o kadar önemli değilmiş, tehlike yokmuş” duygusuyla çıkılması olasıdır. Bir de “tehlikenin farkında mısınız” sorusunu soranlar, büyük başörtüsü savaşlarında bir iki kaleyi (!) korudular mı, tamam! Uzlaşmadan düzenin daha güçlü çıkması demek, toplumun daha da mayıştırılması, politizasyonun aşağı çekilmesi, mücadeleden hayır çıkmayacağı inancının yaygınlaştırılmasıdır. Anti-emperyalistlere, ilericilere bu maksatla acele ve saçma faturalar kesilmektedir. 

soL, düzen siyasetinin bir yasasının üstüne birkaç kez gitti bugüne kadar. Türkiye, stratejik müttefikleriyle (!) didişmelerinde bazı net çizgileri ihlal edemeyeceği için, ne zaman dışarıda sorun olsa, içeride sopa sallar. Barzani’ye kızıp Türkiye Kürtlerine bastırmak tek örnek değildir.

Kıbrıs gündemi ilk patlak verdiğinde DP 6-7 Eylül’ü tezgahlamıştır.

Ermeni diasporasına ve onun emperyalist merkezlerle bağlantısına kızınca azınlık vakıflarına “yabancı” denmiş, mallarına el konmuştur.

Yine Kıbrıs dolayısıyla herkese kızınca, sakinlerinin ırktaş ve dindaş olmalarına bakmaksızın adanın kuzeyine sadece kumarhane reva görülmüş, on binlerce insanın ceza kabilinden göç etmeleri izlenmiştir…

Şimdi de batının, ülkenin bütünlüğünü gözden çıkarmasına tepesi atan egemenler, kalkıp batılı sermayeye, batılı bankalara, batılı ordulara kapıyı kapatacak değiller ya; onun yerine çeteler batıyla bir biçimde alakalı hedefleri seçmektedir!

Düzen böyle politize olmaktadır. 

Ve bu saldırılar, cinayetler Türkiye siyasetinin yerleşik bir parçası durumuna gelmiştir. Egemenlerin siyaseti, kitle mücadeleleri ile değil komplolarla, tehditlerle iş görür. Bu eski kural. Ancak bu mekanizmanın sola karşı değil de, düzenin kendi içinde giderek sık kullanılması bir yenilik içermektedir.

Örneğin 1970’lerde sola karşı organizasyon ihalesi MHP’ye, ya da 1990’larda Kürt hareketine karşı Hizbullah’a verilmişken, şimdi çok sayıda irili ufaklı odak hareket halindedir. Onlar vurmakta, siyasette bu vuruşların etkileri üzerinden ağırlık konmaktadır. 

Sol, kendi doğrularının düzenin saçmalıklarıyla benzeştirilerek itibarsızlaştırılmasına karşı uyanık olmalıdır. Sol, provokasyon siyasetinin karşısına kitle siyasetini çıkarmalıdır.

yazici   mail