www.soL.org.tr
Bankacılık dişin kovuğuna girecek
26 Eylül 2006, Salı

2001 sonrası faizler düşerken fahiş kârlara alışan bankalar, faiz daha da düşecek beklentisi içine girdi. Dünya ekonomisinde rüzgar tersten esmeye başladı. Alınan riskler, bizimkilerin yanında dev gibi kalan yabancı bankacılık tekellerine kolay yem olmanın önünü açıyor.

soL 1994 yılından itibarın her üç-dört yılda bir krizlerle sarsılan bankalar, 2002 sonrasında yeni bir büyüme dönemine girdiler. 1989 yılında başlayan serbest kur rejimi sonrası bol bol dövizle borçlanıp kamu iç borçlanma senedi alan bankalar, büyük paralar kazanmıştı. Hesapsız döviz riskleri aldıkça, her kur sıçramasında bir kısmı batan bankaların sayısı bu krizler öncesine oranla yaklaşık olarak yarıya indi.

Yeni büyüme döneminin favori teması, tüketici kredileri. Hem konut kredilerinde, hem de kredi kartlarında yaşanan patlama, bankaların bol bol çok yüksek faizli tüketici kredisi vermesini sağladı. Net faiz marjı adı verilen mevduat faizleriyle kredi faizleri arasındaki fark açıldı ve banka kârlılıkları hızla arttı. Yüzde onu geçen ve giderek yükselen batık kredi oranı, bu kârlılık yüzünden görmezden geliniyor.

Diğer yandan bankalar, özkaynak kârlılığında istenen oranları hâlâ tutturamıyorlar ve emperyalist bölgesel açılımlar nedeniyle Türkiye ile ilgili hesap yapan finans tekellerinin satın alma tekliflerine hayır diyemiyorlar.

Bankalar, gelecek tahminlerinde faizlerin daha da düşeceğini varsaymakta ısrar ediyorlar. Halbuki yılın ikinci çeyreğinden beri hem dünyada faiz düşüşü beklentileri sona erdi, hem de bölgede gerginlikler giderek artıyor. Dolayısıyla, ekonomide bir problem çıkmasa bile yüzde 20'yi aşan ve hâlâ yükselme trendinde olan faizlerin, tekrar yüzde 13 seviyelerinin altına doğru gevşemesi imkansız bulunuyor.

Bankaların sorun yaratacak aşırı iyimser beklentilerinden bir diğeri de konut kredileri. İki yıldır tüm talebi doyuran kredi patlaması ve müteahhit sayısında sıçrama yaratan rekor inşaat başlangıçları, tek atımlık barutu tüketmiş görünüyor. Yılın ilk yarısında başlamış olan inşaatların satılmasının bile çok zor olacağı, gayrımenkul yatırım ortaklıkları ve emlakçılar birliği uzmanları tarafından iddia ediliyor. Konut kredilerindeki tıkanmanın bankaların kârlılığında ciddi düşüşe yol açacağına kesin gözüyle bakılıyor.

Sektörde riski arttıran bir başka faktör de mevduatların yüzde 90'ı üç ay ve daha kısa vadeliyken kredilerin iki yıl civarında ortalama vadelerle açılması. Dövizle borçlanan bankaların, ani bir kur hareketi durumunda ciddi zararlar yazacakları ve küçülmeye bir önlem olarak kendilerini yabancı ortaklıklara mahkum edecekleri iddialar arasında.

Türkiye'de bankacılık küçük bir lokma
Aktif büyüklük açısından Türkiye bankacılığının toplamı, 200 milyar avro civarında bir rakam ediyor. AB'nin son genişlemeden önceki 15 üyesinin bankacılık büyüklüğü ortalaması ülke başına 1,8 trilyon avro. Yani Türkiye, finans sektöründe ortalama bir Avrupa ülkesinin dokuzda biri kadar bir büyüklüğe sahip. Bankacılık, Almanya'nın 32'de biri, Finlandiya'nın bile yarısı kadar. Bir trilyon avroluk mevduata sahip olan Deutsche Bank, her yıl şirket satın almak için ayırdığı bütçe ile irice bir Türk bankası satın alabiliyor.

Türkiye mali sisteminin küçüklüğüne en çarpıcı örnek ise mevduat/milli gelir oranından veriliyor. Türkiye'de bu oran yüzde 20 iken, AB ortalaması yüzde 130. Üstelik AB ülkelerinde mevduatın tamamı krediye dönüşürken, Türkiye'de yarısına yakın bir kısmı devlet borçlanma senetlerine yatırılıyor. Dolayısıyla kredi olarak kullanılabilir fonlar, milli gelirle oranlandığında AB'de Türkiye'ye oranla 10-15 kat daha büyük.

Türkiye'nin bir başka özelliği ise, toplam mevduatın üçte birine yakın bir kısmının sadece 8.500 kişiye ait olması. Bu kadar az hesapta bu kadar para bulunması, bir problem ya da risk doğduğunda mevduat kaçışının ve dövize talebin çok hızlı başlamasına ve önünün alınamamasına neden oluyor.

AB ile Türkiye bankacılığının sayısal karşılaştırmasına bakılacak olursa, Türkiye'de liberal politikaların sonucunda bankacılığın büyük ölçüde yabancı sermayenin eline geçmesi kaçınılmaz görünüyor. Oyakbank'ın bile AB ile müzakere sürecinin doğal bir sonucu olarak er ya da geç yabancı sermayeye satılacağına kesin gözüyle bakılıyor. Çünkü bu büyüklükte bir bankayı tümüyle satın alabilecek bir ulusal sermaye birikimi bulunmuyor.

Ziraat ve İş Bankaları ile Akbank'ın önemli özel durumları var. Diğer bankaların Yunan sermayesi de dahil yabancılara geçmesine itiraz etmeyen iktidarın, özellikle patronlardan gelen baskı sonucu bu üç büyük bankayı "ulusal bankalar" olarak tutmaya zorunlu olduğu iddia ediliyor. Ancak doğrudan IMF talimatlarıyla yönetilen Ziraat'in, siyasallaşmış ve giriftleşmiş yönetim ve mülkiyet yapısıyla İş Bankası'nın ve son stratejik açılımları sonrasında Akbank'ın "ulusal değer" olarak bankacılığın yağmalanmasına ya da bankacılıkta ulusal çıkarlara aykırı politikalar geliştirilmesine önemli bir direnç göstermeyecekleri düşünülüyor.

yazici   mail