www.soL.org.tr
Zor zanaat
Mesut Odman 27 Nisan 2008, Pazar

Herhangi bir işe "zor zanaat" demenin en çok bilineni kayıtlara düştüğünden bu yana, altmış yılı aşkın bir süre geçmiş olmalı. Nâzım'ın mapusluk için zor zanaat deyişinin üzerinden bu kadar bir süre geçmiştir ve biz hâlâ onu hatırlıyoruz ya da ilk aklımıza gelen o oluyor. Belki çok daha eski ve Nâzım'ın da böyle derken esinlendiği bir de gurbetlik vardır; ama, artık onu pek hesaba katmıyoruz. "Dünya küçüldü" falan deniliyor ya, ondandır.

Şimdinin zor zanaatı "solculuk" oldu. Kuşkusuz, bunu yukarıdaki kullanımlarda sezilen kurtulma isteğini dışarıda bırakarak dile getiriyorum. Solculuktan kurtulma isteği duyacak değiliz herhalde. 

Ayrıca, solculuğun da çeşidi var ve zorluk hepsi için aynı olmuyor. Bununla birlikte, hemen hemen hiçbir  çeşidinin kolay olmadığını teslim etmek, nesnelliğin gereği sayılmalıdır.

Kendi yaşadıklarıma, daha doğrusu kendi yaşadığım dönemde olup bitenlere bakarak söylüyorum, eskiden durum farklıydı. Kendi yaşadıklarım bizim memleketle ilgili olduğuna göre öyle bir sınır koyarak yinelersem, otuz kırk yıl kadar önce, solculuğun öyle zor zanaat olduğu pek söylenemezdi. Yine de "pek söylenemezdi" diyerek biraz yumuşatıyorum; çünkü, solculuk her zaman zor olmuştur. O zaman için hiçbir kayıt düşmeden zor demeyi dürüstlüğe sığdıramayışımın nedeni, solcu olmanın yarattığı saygınlık ve bunun getirdikleri kolaylıklarla ilgilidir. Andığım dönemlerde, sizin solcu olduğunuzu işiten, sezen ya da bilen biri, size gıpta ederek bakardı. Eğer yakın ya da dost ise, "ne kadar iyi, akıllı, cesur" diye; düşman ise "şunun başını ezmek gerek, çünkü çok iyi, akıllı, cesur" diye... Üstelik, buradaki olumlu sıfatlara başkalarını eklemekte de gerçekçiliğe aykırı bir yan yok.

Her iki tip için daha önce de yazmış olabileceğim iki örnek verebilirim: Üniversitede bir arkadaşımız vardı; bize dost bir çocuk. Burada anmak istediğim özelliği, komünistlere duyduğu bir tür hayranlık idi. Düpedüz değil de bir tür hayranlık deyişimin nedeni şu: Komünist olduğunu söylemenin bile propaganda kabul edilerek suç sayılabildiği bir dönemde, tutkulu bir merakla komünist arardı. Örnek olsun, yasaklanmış kitapları bir biçimde edinir ve, belki de, gerçek komünisti ve komünist düşünceyi orada bulabilirim diye didik didik eder, ama her seferinde de hayal kırıklığına uğrardı. Bize de çaresiz yetinmek zorunda kaldığı komünistler olarak belli bir hayranlık duyar; ancak, daha başka, kafasındakilere daha uygun komünistler aramaktan da hiç vazgeçmezdi; kafasındakilerin neler olduğunu pek bilemese bile...

Aslında, bunun fazlasıyla "romanesk" bir örnek olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Doğrudur; bir roman yazacak olsam, ondan esinlenerek bir kahraman yaratmak isterim. Bununla birlikte, o zamanın Türkiye'sinde özellikle aydınlar ve geleceğin aydını diyebileceğimiz üniversiteli gençler arasında solculuğa ve solculara karşı çok belirgin bir hayranlığın varlığını saptamamak imkânsızdı. Herkes hem kendisine hem saygı ve hayranlık beslediği insanlara solculuk yakıştırırdı.

O kadar ki, şimdi vereceğim ikinci örnekteki gibi, düşmanca bakanlarda bile daha farklı da olsa bir saygı ve hayranlığın ipuçlarını bulmak güç değildi. Bu örneğimdeki yoksul ve perişan sınıf arkadaşımdan kalan hiç unutamadığım bir iz şudur: 1965 sonbaharında, o sıralar üye sayısı bakımından dünyanın üçüncü büyük komünist partisinin ülkesi olan Endonezya'da, yüz binlerce solcunun vahşice katledilişlerinin haberini getirmiş ve "ulan, sizi de öyle yapacağız işte" diye eklemişti. "Hadi bakalım, sıkıysa!" biçimindeki dayılanmam karşısında ise "nelerine güveniyor bunlar" anlamında biraz saygı biraz ürküntü içeren karmakarışık sözler söylediğini hatırlarım. 

Şimdiyse, solculuk, daha çok bir kaçmanın, uzak durmanın, tecrit etmenin, bütün bunlarla birlikte bir küçümsemenin, en iyimser olasılıkla, nasıl hâlâ öylelerinin bulunduğuna anlam verememenin gerekçesi sayılabilmektedir. Sola yöneltilmiş ve çok uzun sürmüş toplu saldırının azgın döneminin ardından gelen bir rahatlama, rahatlarken eski ölümcül korkunun yaratıcısını önemsiz bir konuma yerleştirme çabasıdır bu.

Solculuğa başlıktaki yakıştırmanın böyle bir dönemde daha uygun düştüğünü ileri sürmüş oluyorum. Zorluk ya da kolaylık maruz kalınan baskı, şiddet, eziyet ile ilgili olsaydı, şimdinin değil eskinin solculuğunun zor olduğunu söylemem gerekirdi. O zamanki baskı ve şiddeti bugünkünden hafif saymak, ne hakkaniyete ne de gerçekçiliğe sığar. Hakkaniyet derken işlerinin bugüne göre pek de zor sayılamayacağını söylemeye getirdiğim eski solculara yaptığım haksızlığı anlatmak istiyorum. Bugünkü solculuğun fiziksel ortamı, Hyde Park kadar barışçıdır, dersek çok mu abartmış oluruz acaba? Ama, işte sadece Hyde Park. Bizim Ankara, İstanbul gibi kentlerimizin o ünlü parka benzettiğim bazı yerlerinde bugün yaşanan serbestlik, bizim solculuğumuz hâlâ çok güçsüz olduğundandır; tıpkı o parkın anayurdu İngiltere'de olduğu gibi.

Şimdiki zor zanaat olma durumu, bir yandan, güç ve güven kazanma konusunda gecikmekle, o sonucu yaratan küçüklük, yetersizlik, etkisizlik özellikleriyle, bir yandan da, bu uzatmalı güçlüğü aştıkça "Hyde Park"ların bir bir zincirlenecek olması ile ilgilidir.

Sözün gelişi, bir insanın keyifle çayını içerken dilini ve boğazını haşlayarak çektiği acı karşısında "işte karşıtların birliği" demesi türünden "örneklerle diyalektik" seanslarını genellikle yersiz bulmuşumdur ama, burada diyalektiğin bir tecellisinden söz etmeden geçemeyeceğim: Güçlenip yığınları etkileme ve yönlendirme becerimizi artırdıkça, şu anda "zor zanaat" dediğim solculuğun daha da zorlaşacağını ileri sürmüş oluyorum böylece. Ama öylesine zorlaşan bir iş hâlâ yapılıyor olduğunda, onu yapanların git gide ne kadar alt edilmez bir duruma geldiklerini de düşünmek gerekmeyecek mi?

yazici   mail