www.soL.org.tr
Türkiye’nin ‘Azerileştirilmesi’ veya ‘Kürdileştirilmesi’ne doğru yeni bir adım
Yurdakul Er 5 Ocak 2007, Cuma

Irak direnişi, Amerikan barbarlığını çok güç durumda bıraktı. Bütün ezberleri sıfırladı. Saddam Hüseyin’in gizli bir mekanda, Amerikalı yağmacıların emri ve Iraklı cellatların eliyle öldürülmesi, “idamdan sahnelerin” dünya, daha doğrusu sünni ve şii kamuoyuna sızdırılması, oyunun bir parçasıydı. Ama geri teptiği anlaşılıyor. Saddam, ölümüyle, bilinçlere İsa gibi giriverdi.

Neresinden bakılırsa bakılsın, kan, irin ve gözyaşı içinde, Irak’ta, yeni bir Arap ulusu doğuyor. Talabani denilen şerefsiz kuklanın korkusunu, idamla ilgili açıklamalarından okumak mümkün. Barzani ile birlikte, tıpkı Azeri ve Türk ortakları gibi, her şeyi satıyorlar. İşler yolunda gitmeyebilir. Çünkü, Saddam Hüseyin, geçmişteki hatalarının üzerine, ölüme gitmesini bilerek, onurlu bir örtü çekti. Bu yeni kimlik, ABD’nin Irak’a girmesiyle değil, Irak ordusunun satılmasıyla da değil, kimsenin beklemediği o halkçı direnişle ortaya çıktı. Direniş, dostlarını ve düşmanlarını değiştirdiği için, Saddam da değiştiğini gösterdi.

Artık bambaşka bir Saddam imgesiyle karşı karşıyayız.

Artık bambaşka bir Arap halkıyla karşı karşıyayız.

Ama asıl amaç nedir? Emperyalizm ne istiyor?

Asıl amaç, Saddam’ın imhası değil, herhalde, Irak halkının arasına, daha doğrusu bölge halklarının arasına keskin bir bıçak sokmaktı. Bunu başardılar. Irak halkının bir daha hiçbir biçimde bir araya gelmemesi gerekiyor. Şiiler, sünniler ve Kürtlerin arasına mayınlı bir ihanet arazisi oturtulmuştur. Saddam, sehpaya onurlu çıkışıyla, bu oyunu kısmen bozabildi.

Bütün bunlar doğrudur. Söylenebilir ve söylenmelidir. Peki ama, bunların Irak’ın ötesinde Türkiye’yi, bırakın orta vadeyi, kısa vadede bile doğrudan etkileyeceğini düşünemez miyiz?

Yugoslavya’da anlatılan Türkiye’nin hikayesiydi: Usturayla parçalara ayrıldı; bu yaralar hiç kavuşmayacak.

Irak’ta anlatılan da Türkiye’nin hikayesidir.

Sonunda, Miloşeviç’in öldürülmesi Yugoslavya’daki halkların arasına öyle bir girdi ki, biraz abartarak söylersek, bugünkü koşullarda, en az üç kuşak o topraklardan yeni bir ülke çıkarmak mümkün olmayacaktır. Aynı etki Saddam’ın katliyle Irak’ta ortaya çıkmış bulunuyor. Bu, daha bir başlangıç.

Ama emperyalist merkezler girdikleri yerlerde ilginç tepkiler de alıyorlar. Beklemedikleri tepkiler. Gerçi Yugoslavya’nın bir halk direnişine sahne olamayacak kadar Avrupa’nın içinde kaldığına tanık olduk, ama Miloşeviç yine de ulusal onuru kurtarabilmiştir. Etkisini orta vadede göreceğiz. Irak’taki direniş ise hem düşmanını hem de dostlarını değiştirebilmiş, en önemlisi kendisini de değiştirebilmiş görünüyor.

Jakoben bir hareket olan, büyük ölçüde SSCB’nin yarattığı uluslararası konstelasyonun yan ürünü, zaten Türk modernizmiyle akrabalığını da kimsenin reddetmediği Baas Partisi, galiba en büyük hatasını Irak’taki sola, sosyalist kadrolara şiddet kullanarak işledi. Kendi kuyusunu kazdığını anlayamadı. Ancak Irak komünistlerinin de ciddi hatalar yaptığı biliniyor. Örneğin IKP, geçmişte General Kasım yanlısı “daha demokratik” Baasçılara destek vererek bu hatanın derinleşmesini kolaylaştırmış oldu. Bugünkü IKP’nin işgal güçleriyle hükümet kurma ihanetinin böyle bir “demokratik” arka planı da var. Biz, komünizme bulaşmış bu demokratik bayağılığı ve sonuçlarını, 70’lerin ilerleme politikaları ile 80’lerin TBKP çürüyüşünden, çok iyi tanıyoruz.

Türkiye burjuvazisindeki dönüşümlerin “kemalist” kadrolara etkisi biliniyor. Bunlar, özellikle 12 Eylül, solu kanla boğarken kendi kuyularının kazılmasına tanık ve yardımcı olduklarını anlayamamışlardı. Belkemiğinin kırılması operasyonunda, Türkiye çok daha acımasızdır. Türkiye burjuvazisi, askerini de avucu içine aldığı bu ülkeyi bugün “babalar gibi satan” kadrolara teslim etti. Şimdi, bitişin önündedir.

Şöyle veya böyle, Saddam’ın öldürülmesi, tıpkı İran ve Suriye gibi, birinci derecede Türkiye’yi ilgilendiriyor. Ülkemizi satan tüm siyaset sınıfına, Saddam öldürülerek, yeni bir destek verilmiştir. BOP denilen ve petrol bölgelerini, dolayısıyla bölgeye kapı komşusu Türkiye’yi de küçük birimlere ayırmayı hedefleyen senaryo, ne olursa olsun uygulanacaktır.

O nedenle Tayyip Erdoğan ve CHP’den AsParti’ye kadar değişen bir spektrumda yer alan “sadık muhalefeti” daha da acımasızlaşmak zorunda. İç didişmeler “şiir gibi” olmasa bile, bir doğrultuya engel olmayacaktır.

Ama Türkiye’deki siyaset sınıfı, Saddam ölçeğinde bir karizmatik lider çıkarabilmiş değil. Tüm liderler, AB destekli bu Amerikan senaryosunun gerekliliğine iman etmiş bulunuyor. Türkiye’nin küçültülmesine itiraz, ciddiye alınabilecek boyutlara ulaşmadı. Herhangi bir itirazı da boğacak tetikçi sürüsü bugün Türk siyasetine egemendir. Kürt siyasetine de egemendir.

Demek bir ülkeyi, bugün, artık sadece eğer solunu kazımışsanız, yani toplumsal etkisini sıfırlayabilmişseniz, rahat rahat tasfiye edebilirsiniz.

Kendi tarihimizden de biliyoruz. 1945 sonrasında ve 50’lerde Türk egemenlerinin bunu denediğini biliyoruz. Ancak ülkenin “çözülmesi” gerekmiyordu. Tersine, antikomünist bir kale olarak devamı çok önemliydi. O dönemde SSCB’nin varlığı, bu iç zaafı çözülmeye yol açmayacak kadar etkisizleştirici bir dış faktördü. Solsuzluk, Türkiye’nin boğazına 1989 kapitalist restorasyonuyla birlikte çökmüştür. Yolun sonuna gelindiği ve ilanın beklendiğini söyleyebiliriz.

Saddam Türk yönetenlerine de bir mesajdır, dedik. Böyle deyince, mutlak bir egemen güçten, yani her türden direnişe şerbetli bir emperyalizmden söz etmiş olmuyoruz. Edemeyiz de. Yeni dönemin, yeni direniş biçimlerini de beraberinde getirdiği gözleniyor.

Sorun şudur: Bundan sonra halkçı çıkışlar, Güney Amerika güzel bir örnek, sosyalizmi hedefleyen devrimci kadroların desteğini almak zorundadır. Bunun görüldüğünü söylemeliyiz. Ülkenin can damarı, belkemiği, düşünce ambarı, her zaman devrimci sol kadrolardır ve bunların hem emekçi kitleler hem de aydınlar nezdinde güç ve yaygınlık kazanmaması demek, en bariz iki örnekle söyleyecek olursak, Yugoslavya ve Irak kaderini yinelemek demektir.

Türkiye’yi Yugoslavya veya Irak kaderinden kurtarabilecek olan unsurlar, yerleşik siyasetin hiçbir parçasından çıkmaz.

Ama Yurtsever Cephe başta olmak üzere, evdeki hesapların tümünü feshedecek sürprizlerin baş gösterdiği de görmezlikten gelinemez.

Jakoben nitelikli ulusal devrimci hareketler, sosyalist işçi sınıfı hareketiyle karşı karşıya gelince, bunları ezerek iktidarlarını sağlamlaştırdıklarına inandılar. Buna hakları yok değildi. Çünkü geçmişte emperyalizmin güç gösterilerine karşı ellerinin altında bir SSCB ve sosyalist sistem vardı. O, içerideki bu boşluğu dengeleyebiliyordu. Ama sosyalist sistem yıkılınca, her türlü güç gösterisine ve saldırıya, dolayısıyla yerle bir edilmeye kapılar açılmış oldu. Dağılmalar ve eski hesapların tutmaması bundandır.

Reel sosyalizmin yokluğunda, içeride de komünizm düşmanlığı sürerken, o eski jakoben ve “devrimci demokrat” denebilecek iktidar denemelerinin yaşanması mümkün değildir. İçeriyi tahkim etmek ve işçi sınıfının devrimci sosyalist bir çizgi eşliğinde iktidara yürümesini güçlendirmek gerekiyor. Bizden örnek 27 Mayıs’tır. Bunun bir daha tekrarlanması mümkün değildir. Ya daha ilerisi (sosyalizme açılan halkçı devrimci bir cumhuriyet) ya da kapkara bir 12 Eylül versiyonu gerçekleşecektir.

Bunların ötesinde şu var: Gerçi İran ve Suriye de topun ağzındadır, ama özellikle Türkiye’nin dikişlerinin patlatılması ve parçalarının da bir daha dikiş tutmamasının sağlanması gerekiyor emperyal planların tutması için.

Emperyalizm sanıldığı kadar da geniş görüşlü değildir. Kâr maksimizasyonu zorunluluğu, her zaman bakış ve vade küçülten bir uyuşturucudur. Kaynak aktarımının bizden metropollere doğru sürmesi için küçültme operasyonlarının başarıya ulaşması şarttır. Bu kaynak aktarımını garantiye alacak yeni önlemler de sahneye çıkacaktır. Bunlardan biri, şu sıralarda Sudan’da gündeme gelen “Responsibility to protect” –koruma sorumluluğu- ilkesi üzerinden emperyal güçlerin bizim gibi ülkelere müdahalesini meşrulaştıracak BM marifetidir. Sonuçta parçalama işine girdikleri anda, koruyacak bir şey de bulacaklar ve bunu bahane olarak alıp askeri müdahale gerçekleştireceklerdir. Afrika’da test ediyorlar, herhalde bizde uygularlar.

Özelleştirmelerle ulusal devletin rahatça küçültüldüğü, böylece sınırların daha kolay değiştirildiği bir dünya ve bölgede, atılan her adım Türkiye’nin satılması ve küçülerek “Azerileşmesi” ve/veya “Kürdileşmesi” sonucuna hizmet edecektir. Bu da gerek ABD gerek AB, gerekse de İsrail’in çeyrek yüzyıldır kafayı taktığı senaryonun finaline geçilmiş olduğunu gösteriyor.

Saddam’la birlikte, “1923 Türkiye” projesini de yeniden bir kez daha asmış oldular.

Yerleşik ve egemen Türk siyasetinin uçuruma tam gaz gitme kararlılığı, gözlerimizi yaşartabilir. Ama onları uçuruma yalnız başlarına düşme kaderiyle baş başa bırakmak ve devrimci aydınımızın eşliğinde işçi sınıfımızı sosyalist nitelikli ve daha büyük bir ülke kurmak için teşvik etmek zorundayız.

Çünkü bıçakları açıkça işlemeye başladığında bizi öyle bir doğrayacaklar ki, bir daha hiçbir parçamızın bir diğerini tutması mümkün olmayacak. Çok önemli bir mesafe kat ettiklerini görmek, “direniş, dostu da düşmanı da değiştirir” gerçeğine gözlerimizi kapamamızı gerektirmiyor. Dün, Kemal Okuyan’ın yazdığı gibi: “İnsan tarih boyunca en ‘dibe vurduğu’ anlarda dahi, ayağa kalkmayı becerebilen bir varlıktır.”

98’lileri çok ilginç görevler bekliyor.

yazici   mail