www.soL.org.tr
NATO’suz olmaz!
2 Nisan 2007, Pazartesi

Bir yanda emperyalist ülkeler, diğer yanda yurtseverler, barışseverler ve komünistler, NATO’suz yapamaz! İkinci gruptakiler NATO’ya karşı çıkmadan yapamaz, çünkü emperyalistlerin vazgeçilmez örgütü, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma düşürülmesinde en önemli rolleri oynamıştır. Emperyalistler NATO’suz yapamaz, çünkü sosyalizme, işçi sınıfına ve bağımsızlık arayan ülkelere karşı hiç bu kadar etkili bir araç geliştirememişlerdi.

soL 2006 yılının Haziran ayında Ukrayna’nın Kırım bölgesinde gerçekleştirilmeye çalışılan NATO-Ukrayna ortak tatbikatı, yoğun protestolar sonucunda mecliste yapılan bir oylamayla iptal edildi. Çeşitli uluslararası dengelerden destek alsa da, Ukraynalı NATO karşıtları, ülkelerine giderek yerleşmeye başlayan emperyalist örgüte dur demeyi başardı. NATO’yu uzun süredir ilk kez geri adım atmak zorunda bırakan protestolar, soğuk savaş boyunca anti-emperyalist hareketin ve barış hareketinin en önemli mücadele başlıklarından birini yeniden hatırlatmayı başardı.

NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan barış hareketlerinde olsun, Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan anti-emperyalist hareketlerde olsun, her zaman kritik bir yer taşıdı.

Avrupa’da savaş tehdidini sürekli diri tutan, bütün kıtaya her türlü nükleer ve konvansiyonel silahla yığınak yapan NATO, yıllar boyunca Avrupa’da barışseverlerin yoğun protestolarına tanık oldu. Üye olurken bile Kore’de ABD için çok sayıda evladını yitiren Türkiye’de, NATO 1960’lardan itibaren bağımsızlığı savunan hareketlerin en önemli gündemleri arasında yer almıştır.

Soğuk savaş boyunca anti-komünizmin merkezi örgütlenmesi olan NATO, emperyalizmin ortaklaştığı her alanda var oldu. Sovyetler Birliği’ne karşı kuşatma, Almanya’nın emperyalist kampta tutulması, Türkiye ve Yunanistan üzerinden Sovyetlere karşı kuşatmanın yoğunlaştırılması, Sovyetlere sınır bölgelere askeri yığınak yapılması, reel sosyalizmin ardından yeni kapitalist ülkelerin emperyalist sisteme hızla entegrasyonu, sorun yaratan ülkelere yönelik askeri müdahaleler ve nihayetinde Ortadoğu gibi yeni coğrafyalara uzanılması gibi bütün emperyalist ülkelerin ortaklaştığı gündemlerde NATO her zaman başat bir konumda yer aldı.

Emperyalistlerin ortak eylemlerinin bu vazgeçilmez örgütü, anti-emperyalistler için de doğal ve vazgeçilmez bir hedef konumundadır.

NATO’nun kuruluşu: Savaşın ardından yeni savaş
12 Mart 1947’de açıklanan Truman Doktrini Sovyetler Birliği’ne karşı birkaç alanda birden başlayacak bir saldırının habercisi niteliğindeydi. Yunanistan ve Türkiye’ye 400 milyon dolarlık ekonomik ve askeri “yardım” yapılacağını belirten konuşmasında Truman, “totaliter” rejimlerin doğrudan veya dolaylı saldırısına maruz kalan “hür halklara” ABD’nin yardım edeceğini açıklıyordu. Komünizm tehlikesini abartarak histeri yaratmaya dayalı politikanın en önemli uygulamalarından olan açıklamanın sonuçları önemli olmuştur. İlk olarak, ABD’nin Yunanistan iç savaşında çok daha aktif bir rol alacağı belirginleşmiştir. İkincisi, anti-komünist histeri, bütün yalanları ve provokasyonlarıyla Türkiye’ye taşınmıştır.

NATO, daha önce görülen ittifaklardan farklı olarak, en azından görünüşte, üye ülkelerin birliklerinden oluşacak ortak bir askeri komuta örgütlenmesi öngörüyordu. Bu yapının emperyalist örgüte üye ülkeler arasında daha güçlü bağlar yaratıp örgütten ayrılmayı zorlaştıracağı hesaplanmıştı. Gerçekte olan ise, bu ortak komuta örgütlenmesi üzerinden ABD’nin bütün üye ülke orduları üzerinde önemli bir denetim sağlaması ve ordu içindeki solcuların tasfiyesi oldu. NATO birlikleri Sovyetler Birliği sınırlarına çok yakın, sosyalist ülkeye ani bir saldırı yapabilecek şekilde konumlandılar. NATO, kendi metinlerinde de ifade edildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin bir savaş tehlikesini çok yakından hissetmesi için bunu gerekli görüyordu.

NATO’nun karşı-devrimci istihbarat örgütleri ise Sovyetler Birliği çözülene kadar NATO’nun en çok çalışan ve en faal olan organlarıydı. NATO’nun ordularına ve nükleer silahlarına hiç iş düşmezken söz konusu örgütlerin yoğun çalışmaları doğaldı; çünkü NATO üyesi ülkeler için acil ve gerçek tehdit Sovyetler Birliği’nden değil, kendi içlerindeki komünist partilerden kaynaklanmaktaydı. Ordular ve nükleer silahlar da Sovyetler Birliği’ni sıkıştırarak dolaylı da olsa her ülkedeki komünist hareketin alanını daraltmakla beraber, esas yük komünist harekete karşı her ülkenin içinde büyük bir savaş açmış olan bu örgütlerin üzerindeydi.

NATO’nun ilk dönemki politikası olan Topyekün Mukabele Doktrini çerçevesinde ABD’nin nükleer silah envanterinde korkunç bir artış yaşandı.1953 yılında ABD’de yönetime gelen ve söz konusu doktrini yaratanlardan biri olan Eisenhower, nükleer silahların “birim dolar başına yokedici gücünün” daha yüksek olduğunu görerek söz konusu silah programlarına daha fazla bütçe ayırdı. 1953 yılında bin 400 nükleer bombaya sahip olan ABD, Eisenhower başkanlığı bıraktığı 1961 yılında 24 bin bombaya sahipti.

NATO’ya üyelik, Türkiye’nin emperyalizme daha üst düzeyde bağlanması anlamına geldi ve korkuların Türkiye burjuvazisine neler yaptırabileceğini göstermiş oldu. Süreç sola karşı başlatılan büyük saldırılarla birlikte ilerledi. Türkiye’ye üyelik çağrısı yapılmasından kısa bir süre sonra, 1951 yılında komünistlere karşı büyük bir tutuklama kampanyasına girişildi.

1952 yılında işçi sınıfını kuşatmanın bir aracı olarak anti-komünist sendikacılık Türkiye’ye girdi ve Türk-İş kuruldu. Çok sayıda yöneticisini ABD’de eğitime gönderen Türki-İş Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’na üye oldu ve Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını ve sermaye iktidarını güvence altına almak üzere işçi sınıfının tepesine bindi. Türkiye burjuvazisi hem anti-komünist histeriyle emperyalistlere yaranmaya çalışıyor, hem de emperyalistlerden aldığı destekle işçi sınıfına karşı kapsamlı bir saldırı ve kuşatma örebiliyordu. 1954 yılında Türkiye, ABD ile Askeri Tesisler Anlaşması ile onun uzantısı olan 13 adet gizli anlaşma imzaladı. Böylece ülkenin çeşitli yerlerinde ABD üslerinin ve nükleer bombalarının yerleşmesi için kapı açılmış oldu. Bir yıl önce, 1953 yılında da NATO kapsamında üyeliğinin bir parçası olarak Türkiye’de ilk Gladio örgütlenmesi, Almanya ve İtalya ile benzer şekilde faşistler istihdam edilerek kurulmuştu. Kurulur kurulmaz bu örgütün ilk giriştiği faaliyet de, 1954 yılında TMT’nin Kıbrıs’ta başlattığı provokasyon saldırıları olmuştu.

1956 sonrasında NATO yeni arayışlara girişiyor
1956 yılında Macaristan ve Polonya’da gelişen karşı-devrimci hareketler, hem dünya komünist hareketi için hem de NATO’nun stratejileri açısından bir dönüm noktası olmuştur. Olaylar yine 53’teki gibi yerel dinamikler ve emperyalist provokasyonların bir bileşkesi şeklinde gelişmiştir ve sonuçları NATO’nun karar mekanizmalarının daha sonra izleyeceği politikaların oluşturulması için önemli veriler sunmuştur. 1956 yılında sosyalist iktidarlar ve dünya komünist hareketi büyük güç kaybetmiştir. Macaristan ve Polonya’da yaşananlar, anlık ve kendiliğinden gelişen olaylar değil, yıllar öncesine dayanan siyasal mücadelelerin ürünüydü.

Olaylar, NATO içinde yeni strateji arayışları için de bir başlangıç oldu. Bu yılın son günlerine, 13 Aralık’ta Brüksel’de gerçekleşen NATO toplantısında alınan kararlar, yaşanan gelişmelerin emperyalist politikalar üzerindeki ilk etkilerini gösteriyor. NATO, kuşatma stratejilerinde bazı değişikliklerin yaşanacağı bir döneme giriyordu. “NATO İçinde Askeri Olmayan İşbirliği Üzerine Üçlü Komite Raporu” başlıklı metin, adından da anlaşılabileceği gibi emperyalist ittifakın askeri yapısından çok ideolojik mücadele başlığı üzerinde duruyordu. Bu noktada söz konusu raporun ayrıntılı bir analizini yapmak gerekiyor, çünkü NATO’nun yeni dönem politikalarının temel özellikleri çok açık bir şekilde ifadesini bu raporda buluyor.

Rapor, son gelişmelerle birlikte askeri kuşatmanın yanında askeri olmayan, ideolojik kuşatmanın önemini artırdığı ve NATO için esas vurgunun artık buraya yapılması gerektiği tespitine dayanmaktadır. Bu bağlamda saldırı noktası olarak Sovyetler Birliği’nin barış içinde bir arada yaşama politikası ve diğer sosyalist ülkelerle kurduğu ilişkilerin siyasal ve ekonomik boyutuna dikkat çekiliyor ve NATO’nun bunlarla mücadele etmesi gerektiği vurgulanıyor.

NATO propagandasının ve deneyimlerinin sosyalist ülkelerde ve Avrupa dışındaki ülkelerde daha fazla yoğunlaştırılması gerektiğini öne süren rapor, NATO’nun “sadece savunmaya yönelik” olan amacının üye olmayan ülkelere daha iyi anlatılması gerektiğini belirtiyor ve emperyalist saldırganlığın daha iyi maskelenmesi için adımlar atılmasını istiyordu. Raporda en çok tekrarlanan nokta, NATO üyeleri arasında sadece savunma ve askeri alanlarında değil, her alanda işbirliği yapılması gereksinimi.

Emperyalist hiyerarşi içindeki siyasal ve ekonomik güç dağılımı düşünüldüğünde bu vurgunun iki anlamı bulunuyor; ABD’nin diğer ülkeler üzerindeki ekonomik ve siyasal gücünün artırılması ve ilerde Avrupa Birliği’ne dönüşecek ayrı bir emperyalist örgütün ilk adımlarının atılması. Güvenliğin artık sadece askeri bir konu olmaktan çoktan çıktığı tespitini içeren rapor, siyasal danışma ve ekonomik işbirliği, kaynakların artırılması, eğitim ve kamusal anlayışın geliştirilmesinin de ittifakın güvenliğinin koruması için önemli hatta daha önemli olduğunu belirtiyor.

1956 olaylarıyla birlikte başlayan değişimler, NATO’nun askeri politikalarının da değişmesiyle sonuçlandı. 1957’den başlayarak NATO içinde Topyekün Mukabele Doktrini’ne alternatifler aranmaya başlandı. En ufak bir silahlı çatışmada doğrudan nükleer silahların devreye sokulması yerine, sınırlı bir çatışmaya girilmesi düşüncesi daha ön plana çıkmaya başlamıştır. Emperyalistler küçük ölçekli konvansiyonel çatışmalarda nükleer silahların devreye sokmama politikasını benimseyerek nükleer savaş tehdidini geri çekmiş oluyorlardı, çünkü kendileri de 1956’da itiraf ettiği gibi, Sovyetler Birliği’nin zaten böyle bir niyeti bulunmuyordu.

Karşı-devrim girişimlerini ve sosyalist sistemden kopuşu özendirmeye çalışan bu politikalar, belirli sınırlar içinde silahlı çatışmayı göze aldığı için, konvansiyonel orduların önemi yeniden artmaya başladı. Bun nedenle ABD 1957’den Avrupalı emperyalistlerden konvansiyonel silahlı güçlerini artırmasını istemiştir. Bu çerçevede 1960’ların başından itibaren Esnek Mukabele Doktrini geliştirilmeye başlanmıştır.

Ancak 1960’ların başında yaşanan iki gelişme bu süreci ertelemiştir. 1961 Berlin krizi ve Küba Devrimiyle birlikte 1962 Küba krizi, Sovyetler Birliği’nin inisiyatif aldığı, savunmadan çıkıp emperyalist sisteme karşı yüklendiği, ancak bu girişimleri sonuna kadar götüremediği iki girişim olmuştur. Ancak sonuna kadar götürülmeyen bu iki girişim bile 1960’ların ilk yarısında sosyalizmi Doğu Avrupa’da rahatlatmış ve emperyalistlerde büyük tedirginlik yaratmıştır. Doğu Avrupa’da 1968 Çekoslovakya olaylarına kadar bir karşı-devrim girişimi yaşanmamıştır. 1960’ların başından beri ciddi olarak tartışılan Esnek Mukabele doktrini bu nedenle ancak 1967 yılında ve bu sefer çok daha kapsamlı bir şekilde Harmel Doktrini ile birlikte NATO tarafından benimsenmiştir.

“Güvenlik ve işbirliği” karşı-devrimciliği
Harmel Raporu veya Doktrini, sosyalist sistemle savaş gerilimini artırma politikasına dayalı karşı-devrim politikasının geriye çekilmesi anlamına geliyordu. NATO’nun böyle bir doktrin benimsemesinde en önemli etken Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerde devlet ve parti içinde yer alan karşı-devrimci unsurların beklenenden çok daha güçlü ve hareketli olması ve Sovyetler Birliği’nin askeri tehditlerle sinmeyecek ölçüde silahlanmış olmasıydı. 1956’da eylemliliğe dönüşen bu dinamikler, Harmel Raporuyla birlikte emperyalizmin anti-komünist stratejisinin merkezine oturmaya başladı.

Harmel Raporu veya Doktrini, sosyalist sistemle savaş gerilimini artırma politikasına dayalı karşı-devrim politikasının geriye çekilmesi anlamına geliyordu. NATO’nun böyle bir doktrin benimsemesinde en önemli etken Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerde devlet ve parti içinde yer alan karşı-devrimci unsurların beklenenden çok daha güçlü ve hareketli olması ve Sovyetler Birliği’nin askeri tehditlerle sinmeyecek ölçüde silahlanmış olmasıydı. 1956’da eylemliliğe dönüşen bu dinamikler, Harmel Raporuyla birlikte emperyalizmin anti-komünist stratejisinin merkezine oturmaya başladı.

Harmel Doktrini açıklayan rapor, NATO’nun kuruluşundan beri emperyalist sistemin elde ettiği başarıları da tespit ederek başlıyor. İlk “başarı” şu şekilde ifade edilmiş: “İttifak Avrupa’da Komünist yayılmacılığı durdurmakta büyük bir rol oynamıştır.” “Komünist yayılmacılık”tan Sovyetler Birliği’nin değil, kapitalist ülkelerdeki komünist partilerin kastedildiğini biliyoruz.

Harmel Raporu’nun emperyalist sistem adına tespit ettiği ikinci başarı “Komünist dünya artık bir bütün değildir” şeklinde ifade edildi. Sovyetler Birliği, Çin ve Avrupa’daki komünist partiler artık ayrı yollara doğru yönelmeye başlamıştı ve bu da dünya komünist hareketin emperyalizme karşı mücadelesini zayıf düşürüyordu. Rapordaki bir diğer başarı tespiti de “Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın izlediği politikalarda gözlenen evrim, barışçı bir çözüm için çalışmanın onlara sağlayacağı avantajları anlayabilecekleri umudunu doğurmuştur” diye ifade edilmiştir. Harmel Raporu, sosyalist sistemin zayıf yönlerini ve karşı-devrim olasılığını ciddi bir şekilde görüp bunları alkışlıyordu.

Raporun altını çizdiği ve sonraki yıllarda sosyalizme saldırının en önemli başlıklarından biri olacak olan Almanya’nın birleşmesi sorunuydu. 1960’lı yıllara gelinceye kadar birleşme sürecine giren bir Almanya’nın emperyalist sistem içinde tutulabileceğinden emin olamayan ve bu nedenle Sovyetler Birliği’nin bütün çağrılarını reddeden NATO, 1967’ye gelindiğinde birleşmenin emperyalizm lehinde sonuçlanacağından emin olmaya başlamıştır. Bu nedenle artık Almanya’nın birleşmesi yönünde çağrılar giderek emperyalist sistemden gelmeye başlamıştır.

NATO, sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimci hareketleri güçlendirecek ve sosyalist iktidarların bu hareketlere karşı kullandığı politikaların etkisini azaltacak bir strateji benimsemiştir. Bu dönemde Zbigniev Brzezinski şöyle bir tespit yapmıştır: “Sovyetler Birliği toplumsal politik çimentonun temeli olarak giderek daha fazla ölçüde Sovyetler Birliği’ne yönelik güvenlik tehdidine dayanacaktır.” Buna karşılık olarak ise şunu söylemiştir: “ABD, Sovyet etkisi gerçeğini sorgulamadan, ikili siyasal, ekonomik ve kültürel bağlantılar kurarak bazı sosyalist ülkelerdeki etkisini artıracaktır.” Bu politikada ABD yalnız değildir: “Doğu Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliği’ne kıyasla AET’ye daha pragmatik ve daha az karşıtlık üreten bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin kendisi bile Batı Avrupa’yla ticarete sıcak bakmaya başlamıştır.” Sosyalist ülkelerdeki kararlı anti-emperyalist tutum, kuşatma ve savaş tehdidiyle giderek gücünü yitirmeye başlamıştı.

İzleyen yıllarda Harmel Doktrini’nin en önemli uygulama alanı, ilk çıkış noktası Sovyetler Birliği’nin bir önerisine dayanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konseyi (AGİK) oldu. 1972 yılında Nixon ile Brejniyev arasında Moskova’da gerçekleştirilen zirvede, ABD ilk kez Avrupa’yı kapsayan ortak bir güvenlik örgütü konusunda müzakere yürütmeyi kabul etti. AGİK kuruluş belgesi 1 Ağustos 1974’te imzalandı ve içeriği silah indirimlerinin yanı sıra, “istikrar” ve anlaşmazlıkların “barış” yoluyla çözülmesi için öngörülere sahipti.

AGİK’in 1975 yılındaki son toplantısında ise ünlü Helsinki Nihai senedi onaylandı. Uzun müzakereler sonucunda onaylanan metin, sınırların dokunulmaz olduğunu vurguluyor ve ilk kez emperyalist ülkelerin onayladığı bir metinde İkinci Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa sınırları kalıcı olarak tanıyordu. Sovyetler Birliği’nin korkularını hafifletmek konusunda son derece büyük bir adım olan bu içerik, Harmel Doktrini’nin önemli bir uygulaması olarak görülmelidir. Sovyetler Birliği, anti-komünist kuşatmanın hafiflemesi olarak yorumladığı bu maddelere karşın, emperyalist ülkeleri barış, demokrasi ve insan haklarından yana gösteren bir anlaşmayı imzalamaktan çekinmedi. Sosyalist iktidarlar yıllardır karşı-devrimci hareketlere karşı, onların emperyalizmle ilişkilerini vurgularken, AGİK ve kapsamındaki Helsinki Nihai senedi bütün dünyaya emperyalistlerin barış ve istikrar yanlısı olduğunu ilan ediyordu. Bunun dışında onaylanan metin, ülkelerin egemenlik haklarını vurgularken, insan hakları konusunda ülkelerin egemenliklerinin sınırlandırılmasına ve ülkelerin içişlerine müdahaleye olanak sağlayacak hükümler barındırıyordu. İzleyen yıllarda bunların hepsi sosyalizme karşı ideolojik ve siyasal silahlar haline geldi.

Karşı-devrim: NATO geri çekiliyor
1970’lerde belirli bir çıkış yakalan sol hareketler ve işçi sınıfı, bütün bileşenleriyle birlikte siyasal ve ideolojik kafa karışıklığı ile birlikte sürecin devamını getirecek kapasiteden yoksundu. Emperyalistlerin bu çıkışa karşı esas yanıtı 1980’lerin hemen başında geldi ve Reagan-Thatcher yılları olarak anılan dönem başladı. İşçi sınıfının direnişi nedeniyle yavaşlamış bulunan sınıf saldırısı tekrar hız kazandı. Yeni sağın yükselişi demokratlık ve yenilikçilik edebiyatını yoğun olarak içererek, yeni sol hareketleri silahsızlandırmıştı. Böylece 1970’lerin sol yükselişi 1980’lerin hemen başında tam tersine çevrildi planlanan kuşatma, şiddet dozajı artırılmış bir şekilde 1980’lerin başından itibaren uygulanmaya başlandı. Bu yıllar 1950’lerin saldırgan anti-sovyetist politikalarıyla Harmel Doktrini’nin “barış”, “güvenlik” ve “istikrar” politikalarının eş zamanlı olarak özgün bir şekilde uygulandığı ve hepsinin üzerinde “eski kalıpları aşalım” ideolojisinin bulunduğu bir dönemdi.

Kapı Afganistan’da açıldı. ABD Afganistan’ı gerekçe göstererek SALT II anlaşmasını imzalamayı reddetti. Polonya’da karşı-devrimci “Dayanışma” hareketi sosyalist iktidarı tehdit etmeye başladı. Türkiye’de 12 Eylül darbesi tam anlamıyla bir NATO planıydı. 1981 yılınnda İspanya NATO’ya üye oldu. Emperyalizm Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı bir saldırı başlattı. Reel sosyalizm bu saldırılara yanıt arayışı içindeydi. Ancak emperyalizm bu saldırıları yürütürken, aynı zamanda “barış” elini uzatarak Sovyetler Birliği’nin direnişini kırmaya çalışıyordu: “Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı ülkelerine, denge, işbirliği ve karşılıklı adımlara dayalı uzun vadeli yapıcı ve gerçekçi bir ilişki kurmak için birlikte çalışmayı teklif ediyoruz. İnsanlığın iyiliği için, karşılıklı avantajlara dayalı işbirliği kadar açık ve anlaşılır siyasal diyalog savunuyoruz.” (Declaration of Brussels issued by the North Atlantic Council in Ministerial Session Brussels, 9 December 1983.)

Barış eli uzatılırken bir yandan Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler sürekli yetersiz bulunuyor, karşı-devrime yönelen adımların daha hızlı atılması isteniyordu: “Ancak insan ilişkilerinin ve insani özgürlüklerin genişlemesi yetersiz olmaya devam ediyor.” (Washington Statement on East-West relations issued by the North Atlantic Council in Ministerial Session Washington, D.C., 31 May 1984.)

Ortak güvenlik alanı, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki karşıtlığın komünist hareketin gündeminden düşürülmesi için kullanıldı ve 1980’lerin karşı-devrim sürecinin önü açılmış oldu. Bu şekilde komünist siyasetin temel dayanaklarına büyük bir saldırı gerçekleştirilirken, sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimci hareketler için son derece elverişli bir siyasal ortam yaratılmış oluyordu. Bu süreçte NATO sessiz kalarak ve geri adım atar gibi yaparak üzerine düşeni yapmıştır.

yazici   mail