www.soL.org.tr
İhraç malımız: Ölüm
Ergun Çağlayan 21 Kasım 2007, Çarşamba

Bu hafta iki işçi daha öldü Tuzla tersaneler havzasında. Daha doğrusu, son dönemde gazetecilerin dikkatini çektiği için bölgede meydana gelen ölümlü kazalar haber oluyor. Yoksa kaza ve ölüm sıklığında fazla bir değişiklik yok. Havzada kurulu düzen, bu tehlikeli ve insanlık dışı çalışma koşullarının "bir Türk ihraç markası" olarak pazarlanmasına dayalı çünkü.

En büyük cinayet kanserle geliyor. 10-20 hatta 30 yıl sonra gelen bir ölümün cinayet anlamına gelmediği düşünülüyor. Halbuki tüm dünyada terk edilen yöntemlerle raspalamaya, yani kumlu kimyasal bileşikler püskürtülerek boya öncesi bir tür zımparalama yapılmaya devam ediliyor. Bu işlem sırasında maske kullanılsa bile bakır-silisyum taneciklerinin solumum yollarına bulaşması, boya işçilerinin er ya da geç kansere yakalanması engellenemiyor çünkü. Tersane patronu, "uzun ömürlü, kaliteli boyama" işlemiyle gurur duyuyor ve bu işlem sayesinde Türk gemi yapımının "küresel rekabet gücü" kazandığını düşünüyor.

İş güvenliği konusu imkansız mı? Evet, büyük ölçüde. Türkiye tersaneciliğinin girdiği yolda işçinin kanının pazarlanması tercih edildiği için öyle. Armatörlerin yurt dışına pazarlamak üzere sipariş verdiği, ya da doğrudan Avrupa'dan sipariş verilen ve çoğunluğunu küçük petrol ürünü tankerlerinin oluşturduğu özel sipariş gemiler, bir teslim tarihi sözü verilerek üretime geçiliyor. Her iş acele olunca, kâr etmek ile insan hayatını tehlikeye atmak bir ve aynı şeyler haline geliveriyor.

Tuzla havzasında üretim o kadar bölünmüş ki, tüm tersanelere servis veren taşeronlar var. Kızaktaki her gemiye birer ikişer hafta uğrayıp belli bir işi yapan kalifiye işçiler var. Bunlar, yüksek ücretli patron-işçi. Yani emrinde bazen onları bulan işçi de çalıştıran, özel ve kısa süreli işler yapan ustalar. Tersanecilik, böye yılda bir iki gemi üreten küçük işletmelerin elinde tam bir inşaat setörü faaliyeti haline geliyor.

Tersaneciliğin inşaat değil bir ağır sanayi faaliyeti haline gelmesinin ön koşulu ise ölçek. Yani taşeronlarla değil sürekli kadrolu işçilerle, gerekli güvenlik önlemleri sağlanarak yapılabilecek bir üretimin yılda en az 8-10 gemi indirebilecek doklardan oluşan büyük tesislerde yapılabileceği biliniyor.

Türkiye, bir iş bölümüne razı dedik. İşçinin sağlığını tehlikeye atan, küçültülmüş, parçalara ayrılmış, yap-satçı bir üretim düzeni. Seri üretimde uzmanlaşmış dev Güney Kore ve Japon tersanelerinin ucuza yapamayacağı, Çin'de yapılması ise siparişi verene uzaklığı açısından tercih edilmeyen özel yapım kimyasal tankerler Türkiye'de üretiliyor.

En gelişmiş örnekleri Güney Kore'de bulunan seri üretim tersaneleri ise sermaye birikiminin ve sektördeki küresel işbölümünün tüm boyutlarını gözler önüne seriyor. Hepsi Kore, Japonya ve Çin'de bulunan dünyanın en büyük on tersanesinin her biri, yılda 10 gemi yüzdürebilen, başladığı gemiyi tam 45 günde bitirebilen kuru havuzlu doklardan, iş güvenliği tatbikat alanlarından, aynı anda tesiste inşa edilen tüm gemiler için seri üretim parça üretebilen vardiyalı fabrikalardan ve bunları hızlı bir biçimde gemiler arasında monte etmek üzere çalışan dev vinçlerden oluşuyor.

Böylelikle, bir gemi için çok kısa süreliğine gereken bir ustalık alanında bile taşeron değil, kadrolu işçi çalıştırılabiliyor. Çünkü her tesiste üretilmekte olan gemi sayısı, en kısa süreli işlerde bile (örneğin makine montajı) kadrolu, sürekli istihdamı sağlayacak kadar yüksek.

İşte Türkiye'deki tüm şirketlerin toplamı, Uzakdoğu'daki en büyük on tersanenin her biri kadarlık bir üretimi anca gerçekleştirebilirken iş güvenliği ve taşeronlaşma tartışmalarının nereye oturduğu da ortaya çıkıyor. Kadrolu işçilerle ve iş güvenliğinde doğru standardlar ve eğitim uygulanarak üretim yapılabilmesi için Türkiye'deki tüm tersanelerin bir ya da en fazla iki devlet işletmesi şeklinde kamulaştırılması gerekiyor. Başka yolu yok.

Ha belki bir Kore gemi üretim tekelinin her şeyi satın alıvermesi de bir yöntem olabilir. Ama bu konuda doğan tüm boşlukları Çin devletinin doldurduğunu söylemek gereksiz. Üstelik palazlanan Uzakdoğu gemi yapım sermayesi, son dönemde Avrupa'nın tekelindeki lüks yocu gemisi üretimini ele geçirmeye başladı, yani bizim işler ilgi alanları içinde değil. Son bir noktayı da vurgulamak gerekiyor: Gemi üretim hummasının bir dönem sonra durabileceği, 5-6 yıl sonrasının görülemediği belirtiliyor. Tekstil, televizyon gibi sektörlerden aşina olduğumuz üzere, geç kalmış ülkemiz sermayesi, dönemlik işlere aşırı ölçülerde ilgi gösteriyor ve bir sonraki dönem batan sektörlerde sırasıyla aşırı yatırıma gidiliyor. Henüz birkaç milyar dolarlık bir büyüklükle, yani toplamda "irice bir tersane" büyüklüğüne yeni gelen Türkiye gemi üretimi de böyle bir sektör olmaya aday.

Başka sektörde bulabileceği işlerin iki-üç katına çalışan emekçiler, bu görece yüksek ücretin süreksizliğinin, kaza ölüm ve yaralanma riskinin, kirli ve hastalık kaynağı çalışma ortamının bir bedeli olduğunu düşünüyorlar. Serbest piyasa düzeni, alanı-satanı razı hale getiriyor. Hatta öyle ki çoğu emekçi devletin, çalışma bakanlığının ve solcuların bu işlere karışmasını istemiyor. Geç kalan sermaye düzeni, sosyalizmin işçinin hayatta kalabilmesi için acil ve minimum bir önkoşul haline geldiğini gösterir şekilde vahşileşiyor.

yazici   mail