www.soL.org.tr
Yıllarımız krizlere, ülkemiz ellere
Ergun Çağlayan 28 Haziran 2006, Çarşamba

Ergun Çağlayan (28.06.2006, Çarşamba)
Devalüasyon mu, değil mi? Kriz mi değil mi? Her ay ayın sonunu getirmek için gecelere kadar çalışan, tatile, sinemaya gitmeyen, tek eğlencesi yılda birkaç Pazar günü yakınlardaki yeşilliklere pikniğe gitmek olan ortalama kent emekçisinin devalüasyondan, krizden anladığı nedir sizce?

Şu anda kriz kendini petrol fiyatlarının yükselmesiyle sürekli zam yapılan otobüs-minibüs fiyatlarıyla hissettirmeye başladı. Ama henüz hayatı doğrudan etkilenmeye başlamadı. Esnaflıkla uğraşanların toplam nüfusa oranı bir hayli yüksek olduğu ve kriz önce borçla geçimlik çalışanları vurduğu için emekçiler komşularının batan işlerinden haber alıyorlar önce krizi. O ana kadar gazetede okudukları kriz haberleri borsayla faizle başladığı için “parası olan düşünsün” tepkisini göstermeleri olağan geliyor önce. Sonra eşin dostun, konunun komşunun işten çıkarılma haberleri başlıyor, sonra da birkaç ay içinde eldeki avuçtakinin pazara çıkmaya yetmez hale geldiği, daha çok çorba pişirmek gerektiği anlaşılıyor.

Devalüasyon’un neye dendiğinin ne önemi var? Piyasalarda ilk sarsıntılar başladığında yüzsüz iktisat yazarları günlerce devalüasyon neye denir tartıştılar. Bazıları da dünya kupasının başlamasına sevinip olay yerini terk etti. Yabancı sermaye şakşakçılığı, liberalizm, AB’cilik ve ABD’cilik öyle bir düzeyde savunuluyordu ki artık Kasımpaşalı Başbakan bile istediği iktisat tartışmasını başlatabiliyordu. Dövizi biri arttırırsa devalüasyon olur, kendi kendine artarsa olmazmış. Döviz yüzde 25 artınca işlemez hale gelen ekonomiyi unutturmak için ekonomi tartıştılar! Serbest kurun faydaları diye manzumeler düzenler şimdi likidite diye yırtınıyorlar. Ülkeden sermaye kaçışını kolaylaştırmak isteyen spekülatörlerin şakşakçısı konumuna düşüyorlar. Kriz mi değil mi tartışması da piyasalar durulur durulmaz unutulacak, geriye hızlanan enflasyon, durgunluk ve işsizlik kalacak. İşte geçti, devam ediyoruz diyecekler daha da arsızlaşarak.

Kriz gerçekte göreli ve kapitalizme içkin bir kavram. Ekonomi bu düzende krizlerle yenilenmeden ayakta kalamıyor. Yoksullar için ekonomik büyüme dönemlerinin ne anlama geldiği, geçtiğimiz üç yıl içinde görüldü. Patronlar için krizin ne anlama geldiği ise 1994’ten beri görülüyor. Daha çok kazanıyorlar, daha çok yutuyorlar, daha az işçiyi daha çok çalıştırıyorlar, daha çok tekelleşiyorlar. Maceracı patronların başlattığı kârlı işleri kriz gelince sağlamcı patronlar satın alıyor. Yurt dışına kaçırılan kârlar, döviz kuru patlayınca ülkeye getiriliyor, ahtapot tekeller kollarını eğitime, sağlığa, soframıza, müziğimize uzatıyorlar. 1994, 1998, 2000, 2001 ve 2006 yılları, son onbeş yıllık hayatımızın üçte biri krizlerle anılacak. Yazık değil mi bu ülkeye.

Ülke ekonomisinin yabancı sermayenin eline geçmesi de hızlanıyor kriz dönemlerinde. Nasıl yurt içinde büyükler küçükleri yutarak yol alıyorlarsa, dünyada da büyüyenler, krizdekileri satın alıyorlar. İki ayda şirketlerin değeri yüzde 25’e yakın ucuzladı bile. Türkiye onbeş yıldır dalga dalga satın alınıyor. Medyatik iktisatçılar bu sürecin iyi birşey olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye’yi yurt değil bir şirket olarak düşünüyorlar. Sahibi sağlam olmalı, iyi mal satmalı... Ama bir şirket olarak mobilyalarını fazla eski, personelinin sayısını fazla, eğitimini düşük, yönetimini de hantal buluyorlar. İyi birine satarsak çekip çevirir, adam eder diye düşünüyorlar. Satın alacak “sağlam sermaye”nin burayı büyük ihtimalle imalathane ya da ofis değil de, bir ardiye olarak kullanmak isteyeceğini ise hiç söylemiyorlar.

yazici   mail