Tevfik Çavdar 12 Mart 2007, Pazartesi
İyice belli oldu ki 2007 yılında gündemin önde gelen maddesi seçimler olacak. Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve onu izleyecek genel seçim. Yaklaşık yarım yüzyıldır demokrasi ile seçim arasında birebir ilişki kuruluyor. Neredeyse “Demokratik düzenin gerek ve yeter şartı seçim”dir demeye getiriliyor. Hatta bir çok köşe yazarı şu özdeşlemeyi temcit pilavı gibi önümüze koyuyor. Serbest Piyasa= Demokrasi= Genel Seçim. Menderes’ten bu yana bu özdeşliğe tüm siyasetçiler adeta tek doğru imişcesine inanmışlar, hareketlerini, söylemlerini bu nokta üzerine bina etmişler; halka da bu yaklaşımı demokratik düzenin olmazsa olmaz temel öğesi gibi sunmuşlardır.
Geçen yıl TRT Ankara Radyosu’nda katıldığım bir tartışma programında, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Sn. Prof. Dr. Yayla “Bir ülkede birden fazla parti varsa ve seçimler de yapılıyorsa o ülkede demokrasi vardır” diyerek beni hayretlere düşürmüştü. Böylesine tek boyutlu yargılara varmak ancak sermaye egemen düzenlerde geçerlidir ve de kandırıcıdır. Kuşkusuz genel seçim olgusu demokratik yaşamın bir öğesidir, ama bu seçimin “Meşrüiyet”i her zaman sorgulanmalıdır. Sanırım bu “Meşruiyet” sorunu 2007’de ki seçimlerde sık sık gündeme gelecektir.
“Meşruiyet” sözcüğü Osmanlıca’dır. Günümüz Türkçesine “Yasa’ya Uygunluk” biçiminde çevrilmektedir. Bu çeviri, meşruiyetin çok boyutlu anlamını kapsayamamaktadır. Bu sözcük hakka, akla, bilime, kamusal vicdana uygunluk şeklinde, çok yönlü bir anlama sahiptir. Seçim olayı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bir genel seçimin meşru sayılabilmesi için katılımda eşitlik, bireylerin özgür iradesini etkileyecek etmenlerden arınmış, her türlü korkudan azade olmak vb. gibi bir çok unsurun var olması gereklidir. Bu unsurların tam olarak gerçekleşmediği durumlarda seçim sonuçları en azından kamu vicdanı açısından meşru sayılmaz.
Türkiye’de uygulanan seçim sistemleri her zaman meşruiyet yönünden kuşku uyandırmıştır. 1876’dan 1946’ya kadar uygulanan iki dereceli seçim sistemi, kendi içerisinde çeşitli kuşkuları taşımaktaydı. 1946 yılı Temmuz ayında yapılan ilk tek dereceli seçimlerde kuşkuyu üzerine çeken bir çok unsur vardı. Bir kere seçimlerin yönetimi mülki idare amirlerinin yükümlülüğünde idi. Aynı şekilde açık oy, kapalı tasnif uygulanıyordu. Yani seçmeni baskı altında tutmak, yönlendirmek kolaylıkla gerçekleştirilebilirdi. Nitekim Demokrat Parti bu seçimin meşru olmadığını, seçim dönemi boyunca, sürekli dile getirdi. Kongresinde “ Milli Husumet Andı” diye bilinen kararı alarak uzun yıllar boyunca kullandı.
1948’den sonra partiler arası uzlaşma tabanında bir seçim yasasını oluşturuldu. Yeni seçim sisteminde, seçimlerin yönetimi yargıya bırakılmış, Yüksek Seçim Kurulu oluşturulmuştur. Gizli oy ve açık tasnif gene bu yasanın unsurlarından biri idi. Ayrıca devlet radyosundan partilere propaganda olanağı sağlanıyordu.
Büyük bir adaletsiz temsili içeren çoğunluk sistemi aynen devam ediyordu. 1960’dan sonra nisbi seçim ilkesi kabul edildi. 1965 seçimlerinde gerçekleştirilen artık oyların sayıma katılması ilkesi Türkiye’nin seçim tarihinde meşruiyet tartışmalarını en aza indiren bir yöntemdir. Ne var ki AP iktidarı bu ilkeyi hemen değiştirdi. Böylece seçim sisteminde ilk geri adım atıldı, 1980 cuntasının hazırladığı seçim sistemi ise tam anlamıyla gerilik abidesidir. Getirilen % 10’luk baraj seçimin meşruiyetini zedeleyen en büyük faktördü. Turgut Özal’ın hemen her seçimde yaptığı, sistemi kendi partisi lehine çevirici değişiklikler tüm seçimlere kuşku ile bakmamıza neden oldu.
Bugünkü seçim düzenine baktığımızda, aşağıdaki noktaların seçim meşruiyetini tartışma ortamına taşıyacağı kuşkusuzdur.
-Ürkütücü % 10 genel baraj seçmen üzerinde net bir baskı oluşturmaktadır. Bu barajın yanı sıra, bölgesel barajlar sadece kazanması olası partilere yaramaktadır. Dört milletvekili çıkaran bir seçim bölgesinde tek milletvekili çıkartmak için gerekli % 25 ek baraj, seçmeni büyük partilere kaydıran bir baskı unsuru olmaktadır.
-Her ile verilen bir milletvekilliği ise gizli bir barajdır. Ayrıca bölgeler arası bireysel oyların etkisini farklılaştırmaktadır. İstanbul’da bir milletvekili çıkartmak için gerekli seçmen sayısı, Hakkari’nin beş katıdır.
-Partilerin maddi dayanakları eşit değildir. Belli bir barajın üstünde kalan partilere verilen hazine yardımının yanı sıra sermaye kuruluşlarının doğrudan ya da dolaylı yardımları eşitsizliği daha da bozmaktadır. Son günlerde açığa çıkan ihale çantacılarının adeta gasp ettiği yüksek meblağların bir kısmını parti fonlarına ayırması bu konuda bir başka örnektir.
-En büyük eşitsizlik ise iletişim kanallarının kullanılışında ortaya çıkmaktadır. Bugün medya dediğimiz TV, gazete ve radyolar hangi sermaye gruplarının elindedir? Doğan Medya (10’a yakın gazete, 3 TV kanalı ve bir uydu yayın kurumu), Ciner Grubu (3 TV Kanalı, 3 Gazete) Çukurova Grubu (3 Gazete, 1 TV Kanalı,1 Uydu yayın kurumu), Samanyolu Grubu (1 TV Kanalı, 1 Gazete). Bunlar ilk akla gelenler. Bu seçimde özellikle ABD (Fox,CNN vb.) kanalları ile seçimleri etkilemeye çalışacaktır. Bunların yanı sıra kamu oyu anketleri kanalı ile de seçmen belli yöne doğru sevkedilecektir. Hepsinin üzerinde cami, tarikat vb .gibi kanallar da seçmeni koşullandıracaktır.
-Partilerin aday belirleme süreçleri de üyelerin katılımından uzaktır. Genel Başkan ve çevresi adeta tek seçicidir. Kısacası seçmen önüne getirilmiş listeyi onaylama zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmaktadır.
Tüm bu öğeleri önümüzdeki iki seçimin meşruiyet açısından tahlil edilmesi ve halkın bu doğrultuda aydınlatılması zorunluluğunu gözler önüne sermektedir. Bunun niçin gerekli olduğunu son günlerde karşılaştığımız bir örnekle ortaya koyalım. Bildiğimiz gibi TÜSİAD Yönetim Kurulu geçen hafta üst düzey ziyaretlerde bulundu. Başkan Yalçındağ, temaslarında, “Başbakan aday olur, TBMM’i seçer ise, Meclisin iradesine saygılıyız” sözünü birkaç yerde söyledi, sonra sözlerini tevil babında bir uzlaşmanın gereğini de vurguladı. Şimdi şu noktayı irdeleyelim: Meclis iradesi mi? Halkın iradesi mi? AKP’lilerin oyları milli irade sayılabilir mi? Bu oylar toplam seçmen sayısının % 25’ini yansıtmaktadır. Yani ulusal bir iradeden söz edilemez. AKP, CHP ve mecliste yer alan diğer partilerin uzlaşması ile Cumhurbaşkanı seçilirse, bu da tüm seçmenlerin % 50’sinden daha azını yansıtan bir uzlaşı olur. Yani ulusal eğilimi, iradeyi yansıtmaz. Dikkat etmemiz gereken bu noktaları göz ardı ettiğimizde seçimin kamu vicdanı açısından gerekli olan meşruiyeti gerçeğini yadsımış oluruz. Tüm bu sorunlar önümüzdeki seçimleri doğru değerlendirmemiz açısından uyarıcı olacaktır. Seçim “Sath-ı Maili”ne (eğik düzlemine) girdiğimiz bu günlerde sosyalist ve ilerici katmanlara düşen görev elimizdeki tüm araçlar ile, karşı karşıya kaldığımız bu yanıltıcı olguları sergilemek, sonuçları bu yönde ele alıp çözümlemektir.