www.soL.org.tr
Sansürün dayanılmaz çekiciliği
Tevfik Çavdar 19 Şubat 2007, Pazartesi

Düşüncelere, onların yansıtılmasına yeni prangalar vurulmak üzere. Aylardır bunun alt yapısı hazırlanıyor. İtiraf etmeliyim ki, bu hazırlık ustaca oluşturuldu. Önce şiddetle, TV dizileri arasında bağ kuruldu. Hedefe "Kurtlar Vadisi" konuldu. Kimlerin nasıl bir dürtüyle hazırladığı bilinmeyen şikayetler RTÜK'e ulaştırıldı. Bu arada RTÜK sulu-sepken tartışmalar içeren bazı sabah programlarına katılanlara el attı. Kaynana Semra gibi birkaç kişiye ekran yasağı geldi. Pek düzeysiz programlar olduğu için bu yasaklara fazla ses çıkarılmadı. Açık TV kanallarına yönelik bu girişimler sürüp giderken, internetin zararları gündeme geldi. Haftalarca internet ve çocuk pornosu ilişkisi tartışıldı. İnternet kafelerin zararları saygın düşünürlerin katkılarıyla gözler önüne serildi. Dink cinayeti zanlıları Samast, Hayal ve diğerlerinin eylemleriyle internet arasındaki bağlar kerelerce anlatıldı. Nihayet on maddeyi geçmeyen iletişim suçları gündeme geldi. RTÜK Başkanı TV habercilerini toplayarak onlara, "dikkatli olun" dedi, aba altından sopa gösterdi. Başta Mehmet Ali Birand olmak üzere kimse sesini çıkarmadı. Onayladı. Nihayet geçen hafta RTÜK'ün ciddi tehdidiyle Show TV "Kurtlar Vadisi-Terör" dizisini yayından kaldırdı.

Düzenin, şiddet kültürüyle, Türklerle Kürtlerin birbirine düşman edilmesiyle, çeteci-kontrgerillacı yapıların meşrulaştırılmasıyla bir derdi olduğunu düşünmek saflıktır. Bu yasaklama karşısında doğru soru "sıra bakalım kimlere, hangi programlara gelecek" olmalıdır.

Beni bu konuda en iyi anlayacak kişi usta Yönetmen Halit Refiğ olacaktır. Biliyorsunuz 12 Eylül faşist cuntasının ilk kararlarından biri "Yorgun Savaşçı" dizisinin kopyalarına el koyarak, yayını yasaklamak olmuştur.

Türkiye adım adım tek sesli bir ülke olmaya doğru yol alıyor. Ekonomiye ve iktidara egemen olan sermayenin kendi ideolojisi doğrultusunda görünmeyen sansürü yanında, bu kez açık ve kaba bir yasaklama dönemine giriyoruz. Nazım'ın şiirleri, kitapları bir zamanlar yasaktı. Devir değişti ve bu kez sermaye bunlara yeni bir şal örttü. Yapı Kredi Bankası bunların yayınına neredeyse yasak getirdi. Geçenlerde okudum, Beyoğlu'nda bir kitapçıya Orhan Kemal'in bir kitabını soran gence yetkili "Evladım onların vakti geçti, arama" yanıtını vermiş. Son çeyrek yüzyıldır Türkiye böylesine bir kapalı sansür dönemini yaşıyor. Sadece sermayenin egemen olduğu sanat dergileri, kitapevleri yaşamakta. Düzene karşı olan düşünce sesini duyuramıyor. Kitle iletişim araçlarının hepsi sermayenin denetiminde. Nefes alınan tek alan internet o da şimdi kıskacın içine girmek üzere. 1960'ların ABD'sinde sosyalistlerin sesini duyuran "Rampart" adlı bir dergi vardı. Dağıtımcılar onun dağıtımını almazlardı. Dergi, abonelerine ancak postayla ulaşabiliyordu. Sonra 25 cent'lik posta ücretini ödeyemediği için kapanmak zorunda kaldı. Bu anlattıklarım, sermaye egemen düzenlerdeki düşünce sansürüdür. Sermaye küreselleştikçe daha da azgınlaşmıştır. Örneğin yüksek gelirlerden daha çok vergi alacağını söyleyen Fransız Sosyalist Partisi'nin Bayan Başkan adayını, işverenler ülkeyi terk etmekle tehdit edebilmişlerdir. Oysa müterakim vergi ilkesi maliye politikası derslerinin ana kurallarından biridir.

Sermayenin egemenlikten kaynaklanan üstü örtülü sansürü yanına bu kez iktidarın sansürü bağıra bağıra gelmektedir. Başbakan medyadan şikayetini her fırsatta dile getirmektedir. Onun bu tavrı ister istemez Adnan Menderes'in konuşmalarını anımsatıyor bana. O devirde "Besleme Basın" deyimi çok yaygındı. Gazetelerin maddi kaynaklarının önemli bölümü resmi ilanlara dayanmaktaydı. Başbakan da, bu ilan musluğunu yandaş gazetelere açardı. Musluğun başında da, yanlış anımsamıyorsam Dr.Mükerrem Sarol vardı. İlanlar kanalıyla gelen baskı yetersiz kaldığı zaman gazeteciler hapisle ödüllendirilirlerdi. Başta Hüseyin Cahit Yalçın olmak üzere Metin Toker, Beyhan Cenkçi ve daha nice yazar cezaevine girmişlerdi. Ankara Cezaevi'nin adı o günlerde "Ankara Hilton"du.

Türkiye hiçbir devirde sansür belasından kurtulamamıştır. Yeni Osmanlıların yazdığı gazeteler sık sık kapatılırdı. Abdülhamit döneminin acımasız sansürü traji-komik nice öyküye konu olmuştur. Cevdet Kudret'in bu konudaki kitabını salık veririm. İkinci Meşrutiyetin getirdiği kısa bir özgürlük havasının arkasından gazeteci ölümleri peş peşe geldi: Ahmet Samim, Hasan Fehmi gibi. Onları yeni kısıtlamalar getiren "Matbuat Yasası", sıkı yönetim ve savaş yılları izledi. Milli Mücadele sonrasında gelen nisbi rahatlık dönemi "Takrir-i Sükur" yasasıyla noktalandı. CHP'nin tek parti iktidarı basının, yazarların adeta nefeslerini bile denetim altında tutuyordu. 1960-1980 arasındaki zımni bir hürriyet havası bile cuntalarla boğuldu. Özal'la başlayan neo-liberal düzende sadece sağ düşünceye "Müsadeye Mazhar" olarak bakılıyordu. Aksi görüşler peş peşe ölümle sindirilmişti. Bu dönemde bir zamanın en keskin solcuları düzenle uyumlandı. Nabi Yağcı bile bu kervana tereddütsüz katılabildi.

Açıkça belli oluyor ki önümüzde zor bir dönem Türkiye'yi bekliyor. "Kurtlar Vadisi" bunun ilk işareti. Vadi yayından kaldırılırken "24" gibi ABD dizileri, şiddetin en ustacasını yansıtan Uzak Doğu menşeli dövüş filmleri, Superman, Batman, Robocop, Terminatör türü Hollywood üretimleri ekranları doldurmakta. Hele çocuklara yönelik yeni çizgi filmlerin ana kahramanları korku salmak, bir korku gezegeni yaratmaktadır. Sermayenin, ona bağlı siyasi güçlerin istediği de budur.

2007 yılı neo-faşizmin etkilerini fazlasıyla hissedeceğimiz bir yıl olmaya adaydır. Yığınlar evlerine, mahallelerine hapsedilmek isteniyor. Başbakan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı, İstanbul'un yaşanmaz bir korku kenti olduğunu açık veya dolaylı söylemlerle dile getiriyorlar. Maksat yığınları özel hücrelerine kapatmak. Kentin bölgelere ayrılması, bölgeler arası geçişin yüksek ücretlere bağlanması, varoşların yılkı atı gibi, yılki insanlarıyla doldurulması. Yıllar önce seyrettiğim bir filmi anımsatıyor. Bir avuç varlıklı insanın yaşadığı, girilmesi olanaksız bir bölgede herkes etten, meyvaya, akla gelebilecek dünya nimetlerinin tümünü paylaşmaktadırlar. Bölge dışında kalan insanların beslenmesi ise kendilerine dağıtılan gıda tabletleriyle sağlanıyor. Bu yoksul insanlar ise ölümü kendileri seçiyor, mükellef bir odada, istedikleri müzik ve manzara eşliğinde uyutularak öldürülüyorlar. Sonra ölü bedenleri, gıda tabletleri üreten fabrikaya veriliyor. Ne dersiniz? Bizi adeta düşünmekten bile alıkoyan sansürler, böyle bir geleceği farketmememiz için mi? Bu nedenle gözlerimizi, zihinlerimizi dört açalım. Tuzak açıktır. Oyunlarına gelmeyelim.

yazici   mail