www.soL.org.tr
Bir gezi dönüşünde benimle gelen
Kemal Özer 23 Aralık 2007, Pazar

Görünüşe bakılırsa, ucunda etkinlikler bulunan bir gezi. Bir ülkesi var: Hollanda. Bir tarihi var: 11-17 Aralık 2007. Bir adı var: Akdeniz Edebiyat Festivali. Bir geçmişi var: Bu yılki 6’ncısı. Bir amacı var: Akdeniz ülkelerinden ozanları Hollandalı bir ozanla bir araya getirmek ve çeşitli kentlerde izleyicinin karşısına çıkarmak. Her yıl değişen bir alt başlığı var: Bu yılki “Mavi Lirizm”. Bir düzenleyicisi var: Kunststichting Sahne. Bir sorumlusu var: Murat Tuncel.

Her gezide olduğu gibi, katılanların giderken yanına aldıkları, beklentileri var. Dönüşte getirdikleri ve anlatacakları var. Benim giderken yanımda götürdüklerim: Kaygı, merak ve (zaman elverdikçe okumak üzere) bir kitap: Ajax, Hollandalılar ve Savaş.

Kaygı kişisel: Son yıllarda sağlık nedeniyle yitirmekte olduğum bedensel güven duygusunu sınayacağım. Merak birkaç yönlü: Nelerle karşılaşırım ve bu karşılaştıklarım daha öncekilere ne denli benzer, onlardan ne kadar ayrı düşer? Kitap, “II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’da Futbol” alt başlığını taşıyor ve yazarı Simon Kuper. Amacı, “Yahudi kulübü olarak bilinen Ajax’ın ve Yahudilerin yakınlık duydukları Hollanda’nın, aslında, Avrupa’yı yakıp yıkan savaşta canilerle nasıl da sessiz bir işbirliğine girdiğini, soykırım karşısında direnmeyen, kendisine dokunulmamasını dilemekten öteye geçemeyen bir halkın tarihini, belgeleri ve tanıklıklarıyla gözler önüne sermek.”

Dönüşte benimle gelenler ise, güven duygusunun sınavından başarıyla geçmek, karşılaştığım insanlarla olsun ozanlarla olsun ürün vermesi olası ilişkiler kurmak, şiire verdiklerimin karşılığı sayılabilecek bir ilgi görmek. Bu güven duygusuyla yeniden bir yürüyüş cesareti edinmiş oldum. Kurduğum ilişkilerin sevindiren yanı, yalnız kendimle ilgili olmayıp edebiyatımızı dolaşıma çıkarabilecek ipuçları barındırması. (Örneğin bir kenti yazmak, o kentin ozanı olmak için yapılan tasarımda bizim ülkemizden genç bir ozan seçmek gibi.) Gösterilen ilginin yalnız bana değil, yazdığım dile ve daha önemlisi içinde yer aldığım anlayışa yönelmesi.

Bütün geziler gibi bu gezi de bir bakıma benzer belirtiler gösteriyor. Öncelikle bir tasarım cesaretinin önemi çıkıyor ortaya. Akdenize kıyısı olmayan bir ülkede bu tasarımı yapmak başlı başına bir cesaret. İki deniz arasında sanatsal bir köprü kurmak, cesaretin ötesinde bu tasarıma bir de imgesel içerik kazandırıyor. Bunun yanı sıra, örgütlemenin önemine ve gerekliliğine vurgu yapılması sözkonusu. Örgütlülüğün önemi kadar kişisel emeğin özveri düzeyinde (Murat Tuncel’le) karşımıza çıkması da bilinen bir başka gerçeklik.

Dönüşte benimle gelenleri sayarken, gösterilen ilgiden söz ettim. Bunun yazdığım dile gösterilmiş olması, o dilde yazan için elbette çok önemli. Ama kişiliğimden çok, içinde yer aldığım anlayışın ilgi görmesi daha da önemli. Günlüğümde dile getirdiğim gibi:

“Belki en temelde yer alan, yaptığım seçim. Nasıl biri olacağım, neler yapacağım konusunda yaptığım seçim bir kez daha su yüzüne vuruyor. Belirtileriyle başkalarının dikkatini çekiyor. Bir kez daha Utrecht’te ve dün de Amsterdam’da karşılaştım. Özellikle Türkçe bilmeyenler, okuduğum şiirlerle çeviri dışında ilişki kurabiliyorlar. Nasıl böyle oluyor şaşkınlığıyla birlikte. Yabancı ozanlar da buna katıldı şu iki gün içinde. Beni şaşırtmıyor bu. Yapmak istediğimi yapabilmişim duygusuyla buluşturuyor. Geçen yıl Arnhem’de bir soru üzerine, şiiri sözcükleriyle değil, duygularıyla okuduğumu söylemiştim. Şimdi de birkaç kez bu yanıtı andım.”

Her gezi, biraz da insanın kendi dışına çıkması gibi algılanabilir. Bunu anlatmak için de ırmak benzetmesine başvurulabilir. Kendi yatağının dışına taşan ırmağa benzeterek söylersek, “yatağının dışına çıkan ırmak, beni yaptığım seçimle, bu seçimin gereklerini yerine getirmekle buluşturuyor. Belki de artık üzerinde duramayacağım kadar derinlere ittiğim; kendimle, gündelik uğraşlar ve sorunlarla didişmeye alıştığım bir dönem aralanıyor ve ortaya yaptığım seçimin verdiği sonuçları yeniden görebileceğim bir aydınlık çıkıyor.”

Bir başka benzetmeyle sürdürürsek, yıldızların parladığı anları anabiliriz: “Sözün gücünü derinden duyardım böyle anlarda. Sözün her şeyi taşıyabileceğini, her şeyin üstüne çıkabileceğini anlardım. Bunun somut belirtileriyle sarsılır, bir süre yatışmak için bocalardım. Bir daha geri dönemeyeceğimi biraz da korkuyla düşünürdüm. Sözün gücü, söyleyeni söze dönüştürmekti o an. Söze dönüşünce de söyleyeni aracısız ulaştırmaktı başkalarına. Bir büyük buluşmayı gerçekleştiren böyle anlar, yıldızların parladığı o az bulunur anlar gibiydi. Doyumsuzluğunu yaşardınız bir süre. O ânın geçiciliğini bilir, ama kabul etmek istemezdiniz. Denizin yükselişi gibiydi bir bakıma. Sular yükseldiği yerden geri dönerdi yavaş yavaş.”

Bütün bunlar gezi boyunca yaşamıma bir kez daha girip çıktı ve beni kendimle yüz yüze getirdi. Yaptığım seçimi sahnede açıklamam istendiğinde, şöyle diyebildim onun için: “Söyleyecekleri olup da söyleyemeyenlerin sözünü söylemek ve onların sözünü engellemek isteyenlere karşı çıkmak.”
[email protected]
www.blogcu.com/kemalozer

yazici   mail