www.soL.org.tr
Hakimiyet-i Milliye'den milli iradeye
Tevfik Çavdar 26 Mayıs 2008, Pazartesi

"Hakimiyet-i Milliye" şiarı yüzyıllık inkılâp sürecinin (1908-2008) önde gelen belgisidir. Bu, şiar 1908-1922 yılları arasında yer alan, inkılâbın birinci evresinde öne çıkarılmamış, buna karşın, 2. Abdülhamit'in hallinden sonra (1909) monarşi fiilen var ile yok durumuna düşürülmüş, kuşatılmıştır. Vahdettin'in öne çıkışı İngiliz himayesi sayesinde, ve mütarake dönemindedir. Çabuk sonlanmıştır. Kuvay-ı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk'un bileşkesi olan I.TBMM gücünü ve etkinliğini bu şiardan almıştır. Bu nedenle "Hakimiyet-i Milliye" Ankara'nın inkılâpçı sesini duyuran gazetenin de adı olmuştur. Cumhuriyet'ten sonra, 1935'e kadar inkılâbın öncü partisi olan CHP'nin resmi yayın organı olan gazete "Ulus-Parti-Devlet" özdeşliği sonucu adını "Ulus" olarak değiştirmiştir.

Bu kısa hatırlatmadan sonra "Hakimiyet-i Milliye" kavramının yarattığı sorunlara dönebiliriz. Sorun sözcüğünü kullanmamızın nedeni, bu şiarın demokratik yaşamımızı engelleyen, çoğulculuk yaklaşımını zedelemek için kullanılan bir yaklaşıma dönüşmesi bir ayet, bir Nâs gibi tartışılmadan kabul edilmesidir. "Hakimiyet-i Milliye" I.Meclisten günümüze TBMM'nin başkanlık kürsüsünün hemen arkasında yer alan "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" tümcesinin köküdür. Doğrudur. Halkı, emperyalizm ve kapitalizmin zulmünden kurtarmayı, tam bağımsızlığa ulaşmayı amaçlayan bir savaşı başarmak ancak "Hakimiyet-i Milliye"nin yansıttığı "Ulusal İrade" simgesiyle mümkündü. Bu nedenle gerek 1921, gerekse 1924 anayasaları ve onları kısmen değiştiren tüm anayasalar, 1961'e kadar "Hakimiyet-i Milliye"nin tecelli ettiği tek kurum olarak TBMM'ni görmüş ve ona yasama, yürütme ve yargı gücünü vermişlerdir. Yani, anayasa hukuku açısından "Kuvvetler Birliği" (Tevhid-i Kuvva) kabul edilmiştir. Bu nedenle TBMM yasama erkini elinde tutmuş, yürütmeyi sağlayacak Meclis Reisini, bakanları kendisi seçmiş, İstiklâl Mahkemeleri yoluyla yargı erkini hayata geçirmiştir. Bu yöntem hem bağımsızlık mücadelesini, hem de bir inkılâbı gerçekleştirme açısından doğrudur. Bu nokta tartışılamaz, onun için de anayasa hukukçuları 1924 Anayasasını "Devrim Anayasası" olarak nitelerler. I. TBMM'i bu olağanüstü gücünü büyük bir nümayişle Sakarya kıyılarına dayanması, Ankara'ya Yunan ordusunun yaklaşması sonucu 1921'de kendisinde toplamış olan üç kuvveti, Başkumandanlık yasası ile Mustafa Kemal'e devretmiştir. Gazi Paşa bu yetkiyi gereğince etkin bir biçimde kullandı.

1923 genel seçimi sonucu, biri hariç (Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey) tamamı CHP milletvekillerinden oluşan 2.TBMM, Fethi Bey hükümetini oluşturacak bazı bakanları seçemedi. Ciddi bir bunalım doğdu. Bunalım Cumhuriyetin ilanıyla aşılabildi. Anayasaya eklenen birkaç madde ile yürütme erki TBMM'inden ayrıldı. Ne var ki TBMM kendisinde toplanan olağanüstü gücü yitirmek istemedi. Gerek Hilafetin, Şeriye Vekâletinin kaldırılması sürecinde, gerekse 1924 anayasasının tartışıldığı zaman diliminde direndi. Meclisi fesh yetkisini ve Başkomutanlığın Cumhurbaşkanınca temsil edilmesini kabul etmedi. Yargı yetkisi gene TBMM'ne aitti. Nitekim 1925'de yürürlüğe giren Takrir-i Sükun yasası sonucu kurulan iki İstiklâl Mahkemesi 1929 yılının sonuna kadar her krizde devreye girdi. 1930'da ki Serbest Fırka deneyimi CHP'yi ürküttü. Dört aylık sınırlı özgürlük, yığınların yaşamlarından memnun olmadığını ortaya koymuştu. Bu kez CHP ve lider kadrosu "İnkılâbın başarısı için tüm güçlerin birleştirilmesi" ilkesini ortaya attı. Bugün Sivil Toplum Kuruluşları diye adlandırılan dernekler, Esnaf birlikleri, Ticaret Birlikleri, akla gelebilen tüm cemiyetler parti ve devlet bünyesi içine alındı. Bu bağlamda Türk Ocağı feshedildi, tüm varlığı ile Halk evlerine katıldı. Parti programında yapılan 1931 ve 1935 değişiklikleri 1937'de anayasaya yansıtıldı. Altı ilke anayasal şiar haline geldi. Parti ile devlet bütünleşmesi gerçekleşti. Artık "Parti devlet" dönemine giriliyordu. Bu süreç içerisinde partili liderler (Özellikle Recep Peker), Yazabilme imtiyazına sahip yazarlar, partili kürsü hatipleri tek ses halinde şu anlayışı yaydılar;

 "Hakimiyet-i Milliye->Milli İrade->Meclis"

Bir adım sonra bu zincirde "Milli Şeflik" de yerini alır. 1946'da "Çok Partili" demokrasi denemesine geçildiğinde gerekli yasal değişimler yapılmadı, unutuldu.

"Milli Hakimiyet" kavramı temelde çoğulçu bir egemenliği yansıtır. Bir kere "Milli" yaklaşımı sadece ulusal mücadeleyi güçlendirmek kullanılabilir. İster adına millet deyin ister halk deyin bu sözcükler bir alaşımı ifade ederler. Millet dediğimiz, vatandaşlık bilincine sahip, değişik düşünce, töre, sınıfların birleşimini yansıtan bir alaşımdır. Halk ise adı üstünde tam anlamıyla toplumsal bir bileşkedir. Her birey, her toplumsal alt grup, sınıf, katman, o inanç ve düşünce "N boyutlu bir uzayı" andırır ve her biri "halk" dediğimiz bir kavramın bileşimindeki yapıcı elementlerdir. Sözün özü hem ulus, hem de halk "N boyutlu" bir çoğulcu yapıdır. Bunların tam temsil edildiği Meclis'te aynı çoğulcu yapının küçük bir örneğidir. Normal dağılımı içeren bir kitleden tamamen tesadüfen seçilen örneklerin oluşturduğu grubun ana kitlenin temel öğelerini yansıtması gibi; Meclis'de sadece bu kitlenin bir alt örneğinden başka bir vasıfa sahip değildir. Dolayısıyla, bugün karşılaştığımız "Ulusal İrade bende, o halde her şeyi halk adına yaparım" mantığı yanlıştır. Yargıtay bildirisinde yer alan. "Dilediği her şeyi yapabilme yetkisini halktan aldığı gibi şaşırtıcı bir inançla..." vurgulaması doğru bir tanıdır. Yargıtay bilinçli bir şekilde halk deyimini kullanmaktadır. Çünkü "Milli İrade" anlayışının mistik yapısı bunu gerektirmektedir. "Şaşırtıcı bir inanç" deyimi de 1920'de çok doğru olan bir şiarın şaşırtıcı bir inanca "nâs"a dönüşümünü vurgulamaktadır.

1950'de yirmi beş yıllık CHP iktidarı yıkıldığında çok sevindik. Anti-demokratik yasaları değiştirme sözü veren Demokrat Parti bu vaadini "Gazeteciler yatak odamıza girecek" gibi absürd bir düzeye indirgedi. Sonrada sözünü tutmadı. Zoru görünce 1955'den sonra "ulusal İrade" kavramının arkasına sığındı, saltçı bir yönetime doğru yol aldı.

1961 anayasası  kuvvetler ayrılığı ilkesini ve de çoğulculuğu güvence altına aldı ama küresel kapitalizmin yeni dünya düzenine eklemlenmenin ilk adımı olan 1982 anayasası kazanılan tüm yasal güvenceleri bir kalemde sildi. Siyasal istikrar adına seçim barajlarını getirdi, siyasal yasaklar yarattı, siyasi partiler yasasını sermaye lehine yeniden düzenledi. Ve bu temel ilkelere AKP başta olmak üzere ne SHP, Ne DYP ne de CHP ve DSP itiraz etmedi. Utangaç bir sessizliğe büründüler. Kendi iç dinamiklerini tahrip ettiler. Açıkça global kapitalizmin kulu oldular. Yüzyıllık mazisi olan "Ulusal Egemenlik->Ulusal İrade->Meclis->Çoğunluk Partisi dizgesini yırtamadılar. İnkılâbın ilk yıllarında, ulusal irade iki aşamalı seçimin dar kalıbına sığdırılmıştı. 1946'dan itibaren partinin emir eri olan ikinci seçmenler tarihe karıştı. Ne var ki parti genel başkanları onların yerini aldı. Onlarda, ulusal iradenin ulusal şef'te noktalanan serüvenini benimsediler. Partinin ulusal şefi olarak milletvekillerini saptama hakkını gasp ettiler. 2008'de ulusal iradeden kimseye söz etmesinler. Kimse buna kanmıyor. Demokrasi mücahitliği ve demokratlık ise hiçbirine yakışmıyor. Milli İrade, İnkılâp günlerinde belirli bir albenisi olan yaklaşımdı. Onunla birlikte kullanılan "Halk Hükümeti" nitelemesi de inandırıcıydı. Geride kaldı. 2008'de artık egemenliğin küreselleşmiş sermayeye ait olduğunu biliyoruz. Dengir Bey (AKP Genel Başkan Yardımcısı) "Milli İradeye ram olacaklar" derken, küresel sermayeye itaat edeceklerden başka bir şeyi ifade etmemiştir. Amaç yığınları paraya, sermayeye kul etmek. Yağma yok.

yazici   mail