www.soL.org.tr
‘Muhafızlar’ neyi koruyorlar?
Mesut Odman 16 Aralık 2007, Pazar

Halkımız “sen benden çok yaşayacaksın” der. İslami bir dayanağı olup olmadığını bilmiyorum; muhtemelen yoktur; kimin ne kadar yaşayacağı bizim gibi ölümlüler tarafından etkilenemeyecek bir güç tarafından ve önceden belirleniyorsa eğer, kimin ne kadar yaşayacağına ilişkin böyle bir kestirim İslam öğretisiyle ilgili değildir, herhalde. İlgili olmamak bir yana, ona aykırı olsa gerektir.

Bununla birlikte, dinsel öğretileri bir yana bırakıp halka özgü öğretilere kulak verecek olursak, bu sözün, insanın kendisinin düşünüp anlatmaya niyetlenirken bir yakınının, arkadaşının, muhatabının kendisinden daha önce seslendirdiği bir değerlendirme ya da yargı karşısında bir lafa giriş cümlesi, ama aynı zamanda, bir övgü ve hakkını teslim etme anlatımı olarak dile getirildiğini biliyoruz.

Aydemir Güler’in bu gazetede Perşembe günü yazdığı da, benim açımdan, böyle idi. Okuyunca, “eh Aydemir kardeşim, sen benden fazla yaşayacaksın” dedim. İşin bir yanı şu: Onun benden fazla yaşaması gerekir elbette; çünkü, yine halkımızın deyişiyle, “ölümün sıralı olanı iyidir”. Ben daha çok yaş yaşamış olduğuma göre, “emri hak” benim için daha önce vaki olursa, iyidir; öyle olursa, isyan etmek tevekkül ile yoğrulmuş gariban halkımızın itikadınca hiç yakışık almaz, tersi olursa, belki biraz asilik hoş görülebilir, hiç değilse, sözünde, duasında, falan…

Her neyse, halkımızın tevekkül anlayışına saygı, bu kadar. Saygıda kantarın topuzunu kaçırmış olduğumuzu düşünenler bile çıkabilir.

Şimdi, Güler’in deyişiyle “Kemalist muhafız” ödülünden, daha doğrusu, o ödüle en azından aday olmayı hak edenlerden hareketle devam edelim.

Bunlardan ilki, Kemal Gürüz. Eskiden, YÖK başkanı olmadan epey önceleri, MHP eğilimli diye bilinirdi. İlk kez 1995’te başkan atandı. Atayan, o zamanki Cumhurbaşkanı Demirel idi. Sonra, aynı Demirel, 1999’da ikinci kez atadı. Böylece, bu “muhafız” 2003’e kadar, 8 yıl o koltukta kaldı. Kalınca da, YÖK’ün ilk ve asıl padişahı, azgın 12 Eylül saldırısının üniversite cephesinin komutanı Doğramacı’nın süresine çok yaklaştı; onun süresi 10 yılın biraz üstüne çıkmıştı.

İkisinin arasında bir de Mehmet Sağlam diye bir zat var. Yaşça Gürüz’den de başkanların en tazesinden de büyük; 70 yaşına gelmiş durumda. Maraş’ın Göksun ilçesinden. Oralar Çerkez yoğun yöreler olduğu için “Çerkez midir acaba?” diye bir soru aklıma gelmiyor değil de, bizim Çerkez dostlar gönül koyar diye, sormaya çekiniyorum. YÖK başkanlığından önce, rektörlük dahil üniversite yöneticiliklerinin yanı sıra kapitalistlerin örgütlerinde de maaşlı yönetici konumlarında bulunmuştu. YÖK Başkanlığını Çiller’in peşinden milletvekili olmak için bırakmış; sadece milletvekili değil, Refahyol hükümetinde Milli Eğitim Bakanı da olmuştu. Son seçimde AKP milletvekilliğine atandı. Şimdi Meclis’in Milli Eğitim Komisyonu Başkanı. Geçenlerde, komisyon üyelerine kaba davranışları yüzünden, Meclis Başkanı Toptan’ın uyarısı ile karşılaştı. Öyle bir zattır; aşağı yukarı 25 yıl öncesinden bilirim. Halkımız “dangıl dungul” der, öyle işte. Gürüz’ün de benzer bir özelliği vardı. Oysa, bu Sağlam’ın, Demirel’e “sakın benden sonra onu getirme” diye tavsiyelerde bulunduğu dedikodu edilmiştir.

On gün kadar önce süresi dolan Teziç, bu açıdan farklıydı. Daha incelikli, daha yetişkin. Galatasaray Lisesi mezunu ve Paris’ten doktoralı. Gençliğinde sporla uğraşmış. Anayasa profesörü. Bu anayasa profesörlüğü bizde, altmışlı yetmişli yıllarda, insana saygınlık katan bir unvandı; sonra değişti: Önce, Aldıkaçtı çıktı, 12 Eylül anayasasını; şimdi de Özbudun çıktı, sivil anayasayı hazırladı. Yine de Teziç’in bir farkı vardı. Oturmayı kalkmayı, konuşmayı falan bilir; nezaket sahibi… “Avrupailik”te ötekilerle kıyas kabul etmez.

Lakin, hepsi “muhafız”. Kimi pek kaba, kimi daha rafine olmakla birlikte, hiçbiri gülünç olmaktan kurtulamıyor.

Şimdiki, ne kadar muhafızlık edecek, bu koruyuculuk işine nasıl bir yorum getirecek, belirsiz. Bununla birlikte, belirgin özelliklerinden birinin “projecilik” olduğuna kimsenin itirazı yok. Bunun son 15-20 yıldır, belki biraz daha uzunca bir süredir, akademik dünyada yaygınlık kazanmış bir olguya karşılık gelen bir kavram ya da terim olduğunu biliyoruz. Daha da eskiden “üniversite-sanayi işbirliği” diye söylenegelen bir yaklaşım vardı. Ayrıca, bir parantez açarak belirtirsem, böyle yaklaşım maklaşım diyerek ne kadar yansız davrandığımın anlaşılmış ve takdir edilmiş olduğunu umuyorum.

İşte o yaklaşımın bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz; üniversitelerin, daha çok da üniversitelerde görevli akademisyenlerin fildişi kulelerinde bilim yapmayı bırakıp hayatın içinde olmalarını öngören bir yaklaşımdı, öyle derlerdi. Derken, bal tutan parmağını yalayacağı için, bunun akademisyenlerin refah düzeyine, “doğal olarak”, olumlu katkılar yapacağı anlaşıldı. Bir de memleketimizin Avrupa Birliği yolundaki pek azimli yürüyüşü eklenince, bu karşılıklı yarar ilkesi açık seçik görülür oldu. Böylece, üniversitelerde bir yanda“projeci” hocalarımız ortaya çıktı; hızla değişip gelişen dünyamızın ve oraya entegre olan memleketimizin sağladığı imkânları  beceriyle değerlendirip “kazan-kazan” ilkesi gereğince hem kendileri kazanıp hem ülkeye kazandıranlar... Bir yanda da, bu imkânları görüp değerlendirme yeteneğinden yoksun olduklarına bakmadan, ya çekememezlikten ya da çağdışı ideolojilere saplanıp kalmışlıktan ileri gelen bir fesatlıkla birinci gruptaki değerli bilim insanları hakkında atıp tutanlar…

Daha fazla uzatmadan bir noktaya bağlarsak, şudur: Sadece YÖK başkanlarının kişilikleri, yapıp ettikleri bile “Kemalist cumhuriyet” için bir gösterge olabilir. “Kemalizm” bir yana, onun ne zaman ve ne anlamda var olduğu hep tartışmalıdır; tamlamanın öte yanındaki, ülkemizin ve ülkemiz emekçilerinin tarihinde çok önemli bir ilerleme olan “cumhuriyet”e gelince, onun da bir muza dönüştüğü saptanabilmektedir: Herkes tarafından ve her niyete yenebildiği görülmektedir.

Bunun yok sayılmaya ya da olmaya pek yakın bir aşama olduğu ise açıktır.

yazici   mail