www.soL.org.tr
Patolojik vakalar
Burak Gürbüz 16 Aralık 2007, Pazar

Geçenlerde TÜSİAD'ın Türkiye-AB ilişkilerini sekteye uğratan Fransa için söylediği söz boyalı basınımızda yerini manşetlerden aldı: patolojik vaka. Bir kere TÜSİAD ve çevrelerinin Fransa'dan Türkiye'nin üyeliğini destekleyen bir tutum beklemesi patolojik vakadır. AB emperyalizmiyle sürdürülen eşitsiz ilişkiler süreci ve bu süreci destekleyenler de ayrı birer patolojik vakalardır. Bu tip vakalar say say bitmez.

AB'nin Türkiye ile hiçbir zaman eşit ilişkilerde olmadığı, üstelik sözüm ona üyelik görüşmelerinde de denizin tükendiği yıllardır görülmektedir. 2004 yılında üyelik müzakerelerine geçilmesi de bir aldatmacadan ibarettir. Sadece bu aldatmaca günümüzde daha iyi görülmektedir, hepsi o kadar. AB macerasını hele Fransa, Almanya, Danimarka, Avusturya vs... gibi ülkelere rağmen sürdürmeye çalışanlar ya kördürler ya da başka hesapları olması gerekir.

Aydın zümresi "Doğru olan her şeyin Batı'dan gelmesi gerekir" şartlanması içindedir. Örneğin Türkiye'de ekonomik planlamanın gereklerinden bahsettiğiniz vakit yüzünü buruşturup sırtını dönenler, AB'nin tarım sektöründe uzun vadeli planlama önerilerini büyük bir coşkuyla kabul eder. Bu zümreye göre planlama da olsa dışarıdan gelmesi gerekir. Bu kesimin birçoğu da solcudur ya da kendisine bu sıfatı layık görür. Onların AB sevdası da biraz daha farklıdır: örneğin emeğin Avrupasının mümkün olacağından bahsederler, AB sürecinin statik değil dinamik olduğunu ve bu bağlamda değişip geliştiğini söylerler.

Evet, AB dinamiktir, değişir, gelişir ama emekten yana değil sermayeden yana gelişir. Avrupa'da bir türlü inmek bilmeyen yüksek işsizlik oranlarına ve gittikçe artan ırkçılığa ve yabancı emek düşmanlığına bakıldığında Avrupa'nın nereye doğru gitmekte olduğunu görürüz.  AB'nin dinamiği emekten yana değildir, eşitlikten yana değildir. Avrupa'nın tarihine baktığımızda önümüze her türlü sömürüye dayalı kapitalizmin kanlı tarihi gelir. AB dinamikliği dolayısıyla daha fazla sömürüye ve sermaye birikimine ivme kazandırmaktan ibarettir. Bu süreçte kendi emekçi sınıflarını oyalamanın en büyük taktiği "elimizden bu kadar geliyor ama haklarınızı koruyoruz" usulü bir insan hakları söylemi ile "bakın üstelik yabancılar sizin ekmeğinizi çalmaya geliyorlar, bir de asayişi bozuyorlar" mesajını veren güvenlik temelli yabancı düşmanlığı söylemidir.

Bu kaotik süreç AB halklarının "demokratik" desteği ile devam etmektedir. Birçok AB ülkesinde kuvvetlenen faşist partiler ve aşırı sağ fikirlerin sağ ve hatta sol partileri de, özellikle iç güvenlik konularında, büyük ölçüde etkilediği görülmektedir. Bu aşamada AB süreci ile barışık Avrupa reformist sosyal demokrat partilerine bel bağlayanlar yaya kalmaya mecburdur. Şimdiye kadar sosyal demokratların kararlılıkla karşı durdukları tek konu olan faşizm karşıtlığı olsa da, bugün o konuda da "demokrasi gereği" boyunlarını bükmüşler ve genel gidişata göre uyum sağlayıp, iç güvenlik konularında faşistleri aratmayan fikirler üretmeye başlamışlardır.

AB, ABD ile yarışan bir emperyalist kulüptür. Bu kulübün içinde solcu olarak yer almak sınıfsal mücadelelerden gittikçe uzaklaşıp, sınıfsal niteliklerini kaybetmek, uzlaşa uzlaşa piyasa girdabının içinde kaybolmama mücadelesi vermek demektir. Bu bence ister Türkiye'de olsun ister AB ülkelerinde olsun AB solculuğunun sınıfsal persepektiften git gide uzaklaşarak vardıkları hazin sonudur.

O zaman sözü uzatmadan diyebiliriz ki, patolojik vaka sadece Fransa değil, AB'nin kendisidir, bir de sağcısı ile solcusu ile AB'ye bel bağlayanlardır. Bu kesimler AB'ye sürekli kızarlar ama AB'den de kopamazlar.

yazici   mail