www.soL.org.tr
Sokağın içinden
Yurdakul Er 17 Kasım 2006, Cuma

Bazı kolay saptamaları artık yürürlükten kaldırmamız gerekmiyor mu?

Bunlardan biri, herhalde, devrimcilerin halkla, bir başka ifade kullanılırsa, "sokakla" bir türlü bağ kuramayışıdır.

Öyle mi gerçekten?

Devrimci, Türkiye'de ve başka ülkelerde, halkla arasında kalın duvarlar olan insan mıdır?

Bu tür "genelgeçer" belirlemeleri, devrimciliğe itirazı olanların özellikle de edebiyat üzerinden aklımıza soktuğunu düşünebiliriz. Solumuz, bugün artık pek beğenmediğimiz eski solumuz, halkla gerçekten hiç mi bağlantı kuramadı, onun dilini hiç mi konuşamadı ve etkili olamadı? O zaman 12 Martlar, 12 Eylüller niye yapıldı? Türkiye'nin yüzakı genç barışçılar 1950'lerin başında ezilirken veya "51 Tevkifatı" nedeniyle, Türk egemenleri hiç öyle askeri darbe yapmayı falan düşünmemişlerdi. 1971 ve 1980'de neden farklı davrandılar ve açık faşist müdahalelerde bulundular?

Türkiye'den söz ediyoruz: Karşıdevrim varsa, halkla bağlantı kurabilmiş bir devrimci hareket de var demektir.

Demek ki, işler pek öyle tuzu kuru teknokrat şairlerin-romancıların döktürdüğü gibi değil.

Devrimcilerimiz bunu yapabildiler.

Ama sosyalist bir iktidar kuramadılar. Olabilir.

Olabilir, çünkü devrimci bir siyasal iktidar, sonuçta, bu hedefe ulaşılmış bile olunsa, garanti vermez. Sürekli bir çabadır. Fakat galiba marksizme reel sosyalizm dömeninde daha çok geleneksel bir kadercilikle dışarıdan şırınga edilmiş ve yukarılardaki "aydın katında" da etkili olmuş bir anlayış sayesinde, devrim sonrasında eski topluma dönüşün, karşıdevrimin, çok zor, hatta imkansız olduğu genel kabul görmüştü. Tarihin tekerleğinin tersine döndürülemeyeceği aforizmasının yerli yersiz tekrar edilmesi, böyle bir nobranlığı ve kapitalist restorasyonu kolaylaştırmıştı. Bunu bugün söylemek çok kolay.

Tarihin tekerleği tersine döndürülebiliyor.

Ama ileriye doğru da döndürülebiliyor.

İkisi de yoğun çaba istiyor.

Mesele o değil. Mesele, halkla veya sokakla kurulan ilişkinin sosyalist bir hükümet olasılığını yakınlaştırmasında. Orada sıkıntılar var.

Yani sokağa çıkmak gerekmiyor. Türkiye'nin solu zaten sokakta, sadece konjonktürel olarak sokakta yeterince etkili olamıyor. Ama bunu denemediği, iğne ucu kadar bile olsa bulduğu her delikten yeni arayışlara yönelmediği nasıl söylenebilir? Hiçbir şeyi beğenmeyen siniklerin, bizim bir türlü Türkçe'ye çeviremeyip "kelbîlik, köpeksilik" dediğimiz veya ("Ardıç Kuşu" da denilen küfürbaz bir köşe yazarına bakarak) "Meşe Odunu" kod adıyla anabileceğimiz zihniyetlerin suçlamalarını ciddiye almayalım. Sokakta henüz istenen etkiyi yaratamasak da, orada olduğumuzu bilerek bunu yapalım.

Geleneksel Türk basınında zaten rastlanmayan, fakat üzerine hâlâ solun rengi düşen Cumhuriyet'te de doğrusu sayısı çok fazla olmayan bir köşe yazarı, Güray Öz ve onun son yazısından hareketle ("Laiklik ve Yurtseverlik", Cumhuriyet, 15 Kasım 2006) bir noktayı yeniden tartışmaya açabiliriz: Sokak önemlidir ve sokakta şimdilerde laiklikle sol bir üniterlik, yurtseverlik propaganda ederek halkın dikkatini bir kurtuluş reçetesine dönüştürmemiz mümkündür.

Tersi durumda zaten ortada Türkiye falan kalmayacak.

Bir şey kalacak da, biz ona Türkiye demeye utanacağız. Belki Ertuğrul Özkök-Murat Belge-Fehmi Koru ittifakıyla oluşturulmuş bir "Şerefsiz Osmanlı" kalacak...

Sokağı sol bir kurtuluşun öznesi yapma çabaları, Türkiye acısını yaşamlarının merkezine koymuş insanların gündeminde. Görüyoruz. Bu duyarlılığın tam karşısında, egemen sınıflar var. Ayrıca Türk solunu hep halkını aşağılamış ve onunla hiç bağlantı kuramamış bir yaratık olarak resimlemeye çalışan sol görünümlü bir hainler güruhu da iş başındadır. Tamam.

Tamam da, Güray Öz, gerçek bir sol duyarlılıkla zaten "Halk, işçiler, köylüler, diğer sınıflar, onların hareketleri ideolojik bakışımızın pembe renklerine kolayca boyanır" uyarısında bulunuyor. Sokağa çıkılmış, halkla ilişki kurulmuştur, ama orada düzenli, sonuç alıcı bir ilişkiyi geliştirmekte güçlükler ortaya çıkmıştır. Yine Güray Öz'ün, AKP'nin doğrudan ABD'yi kazanma harekatını hızlandırmasıyla sahnede yeni bir tasnifin ortaya çıkabileceğini işaretlemesi de dikkate alınmalıdır. Ama emperyal bir güç olarak ABD'nin doğrudan ve sadece AKP'ye oynamayacağını da biliyoruz. Buna ABD'nin iç yapısı izin vermez. Önemli olan, AKP kadar ABD'nin de böyle tek damarlı bir ilişki için gücü olmadığını görebilmektir. Yine de, insanlar, toplumlar, sınıflar ve kurumlar, güçleri olmadığı halde bazı işlere kalkışabilirler. Akıldışılık, Türk ve Amerikan başkentlerini fazlasıyla etkisi altına alabilmiştir.

Güray Öz, "solun, sistem tartışmasından hiç vazgeçmeksizin siyaset sahnesine inmesini" istiyor. Laik cumhuriyete sahip çıkmak ilericiliktir ve Türkiye projesini sol bir iktidar üzerinden emekçilerin eliyle ileriye taşıma ısrarı, kendisini sol içerisinde göstermeyi başarmış birçok asalak gruplaşmayı da gerçek yerine göndermiş bulunuyor. İsteyen Birgün'e veya Radikal'e, oradan da bianet'lere, Nokta ve benzerlerine bir göz atabilir. Alanları fena daraldı.

Dincilik kendi başına sağın malıdır ve biz, dinciliğe karşı laik kazanımları öne çıkararak, bu arada ABD ile AB'yi karşısına alan sosyalist tercihlerin Türkiye'nin kurtuluşuna yönelik yegane ciddiye alınabilir reçeteyi oluşturduğunu da vurgulayarak, mesafe kat edebiliriz.

Emperyalizmle çatışmayı bir cephe olarak ördükçe, bu sahnenin sola çekeceği ortaya çıkalı çok oldu.

Ama işte oraya geliyoruz: Kemal Okuyan, yeni ve mutlaka sosyalist iktidar hedefiyle müdahale edilmesi gereken bir siyaset sath-ı mailine girdiğimizi art arda yazdı. İzlenim, analiz ve saptamaları sürüyor. Son uluslararası gözlemlerinden hareketle, o da, solun artık dincilerin bile antiemperyalist giysilere mecbur kaldığı bu sahneden çekilemeyeceğini vurguluyor: Sol, sokağa taşan bu mücadelenin içinde kalarak ağırlığını hissettirmek zorunda. Yoksa siliniriz. Türkiye silinir...

Demek ki, değişik çevrelerdeki solcular, sosyalistler, devrimciler, bir ortak ve "akil" paydaya doğru hareketleniyorlar.

Her zaman sokakta kalmış ve belki güçsüz, ama en ağır yaralı olduğu dönemlerde bile o sokağı terk etmeyi hiç düşünmemiş Türkiye solu, yenilgilerinden hareketle önümüzdeki dönemde yaratıcı bir siyaset dersi vermeye hazırlanıyor. Gramsci, gerçeğin her zaman ihtilalci olduğunu yazmıştı. Biraz abartılı bir iyimserlik olduğunu kabul etmek zorundayız. Ama Güray Öz'ün vurgusuyla "en sağlam ütopya olarak gerçek" de, yaratıcı bir müdahaleyle ve geldiğimiz yolun derslerini unutmazsak, devrimcileştirilebilir. Çünkü hepsi paralize olmuş durumda. Her renkten işbirlikçi hainler de şaşkın....

ABD'nin şaşkın olduğunu görüyoruz. Seçimlerde ortaya çıktı. İçinde cepheler var.

Irak'taki direniş yeni bir Arap kimliği de doğuruyor. İçinde cepheler var.

Kürtler son derece kirli bir etiketle yüz yüze. İçinde cepheler var.

AB'nin şaşkınlığı ise anayasa tartışmalarından beri herkesin kabul etmesi gereken bir nesnellik boyutlarında. İçinde cepheler var.

Bu kadar yaygın bir şaşkınlığın elinden, Türkiyemizi, halklarımızın eşitlikçi, insanı özgürleştiren geleceğini çekip almamız mümkündür.

Neden?

Bu özgüveni nereden buluyoruz?

Şuradan: Türkiye'nin entelektüel tarihinde, devrimci ve sol kadrolar ağırlığını hiç bu kadar yoğun bir biçimde kabul ettirmemişti. Solun en şerefsiz (yani her türden AB'ci) döküntülerinin ipliği de hiç bu kadar açık bir biçimde pazara çıkmamıştı. İşte bu ağırlığın sokağa, yani acılarına çare arayan halkımızın aklına yansımaması mümkün değildir.

Başka türlü de söylenebilir: Türk yönetenleri, tarihinin en bayağı ve düzeysiz kadrolarıyla ülkemizi tam bir sömürgeye dönüştürürken, tam tersine, Türkiye solu çeyrek yüzyıllık bir acılı yenilginin ertesinde tarihinin en yetkin kadrolarıyla bu ülkenin yönetimine talip oluyor.

Bunun sinyallerini topluyoruz.

Eğer devrimci, otların büyürken çıkardığı sesi bile duyabilecek bir duyarlılığa layık görülen isimse, biz bu sinyalleri çoktandır alıyoruz.

Yeni bir dönemdeyiz.

Zor yalnızlıklar geride kaldı.

Zor beraberliklere hazırlanıyoruz.

yazici   mail