www.soL.org.tr
Öncelikli olan ittifaklar değil
Kemal Okuyan 17 Kasım 2006, Cuma

Suriye, Lübnan ve Lizbon notları VI

"Bu aşamada yapılacak olan bellidir. Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur. Mücadeleye katılacak, mücadelenin gerektirdiği dayanışma ve işbirliğinden çekinmeyecek ve uyanık olacaksınız.

Bu mücadelenin sonunda yeni bir İran örneği yaşanırmış, ülke karanlığa gömülürmüş... Bu tehlike var. Ancak bu tehlikeyi bertaraf etmek, mücadelenin içinden geçiyor, mücadeleden kaçmaktan değil. Evet, örneğin Irak'ta ABD çekildikten sonra, dinci bir yönetim kurulabilir ya da ülke dinci yönetimlere bölünebilir. Böyle bir risk var. Ama bu riskin varlığı ya da gerçeğe dönüşmesi, Irak Komünist Partisi'nin tarihsel yanlışını asla haklı göstermeyecektir.

ABD işgalinin sonuçlarını şeriat tehlikesiyle hafif gösteremezsiniz. Zaten ABD işgaline karşı mücadele etmeden bu tehlikeyi azaltamazsınız.

İşler bu aşamaya geldikten sonra, tekrar ediyorum, mücadelenin acil görevleri neye işaret ediyorsa onu yapacaksınız, uyanık davranacak ama başkalarından farklı bir biçimde mücadelenin güvenilir ve samimi unsuru olmaya özen göstereceksiniz."


Dünkü yazımı böyle bitirmiş ve "bu aşamadan öncesi"ni bugüne bırakmıştım.

Lafa hemen ortadan girelim: Solun bugün ittifaklar konusunu belli bir teorik çerçevenin dışında, somut karşılıklar arayarak tartışması cin olmadan çarpmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Türkiye için de geçerlidir bu, başka birçok ülke için de...

Bu nedenle Lübnan ya da Irak örneklerinden hareketle antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılabileceğine ilişkin bugünden belli modeller oluşturmak hiç sağlıklı değildir. Yaratıcı, yapıcı ve uyanık olmaktan söz ediyoruz, gelişmelere hızlı yanıt verebilme yeteneğinden söz ediyoruz ama mücadelenin hangi momentinde durduğumuzu da biliyoruz.

Lübnan ve Irak'ta bir süredir işgalci güçlere karşı "ya hep ya hiç"in gündeme geldiği ve bu var olma mücadelesinin halkın önemli bir kesimi tarafından kabullenildiği bir tarihsel kesit yaşanıyor. Emperyalizme ve siyonizme karşı, verili siyasi dengelerin izin verdiği ideolojik ve siyasal koordinatlarda şekillenen bir direniş, bu tarihsel kesite damga vurmuş durumda.

Peki, sözünü ettiğimiz "verili siyasi dengeler" nereden çıktı?

Öncesi var... Her bir ülkenin nesnelliği ve elbette devrimci aktörlerin bu nesnelliğe hitap eden politikalar geliştirebilme yetenekleri...

Savaş başlamadan önce, diyelim ki 2001 yılında, Iraklı bir komünistin ajandasında, "ABD saldıracak ve işgalci bir politika güdecek, ben de buna karşı Baas yönetimiyle ve İslamcı şu ya da bu güçle işbirliğine gideceğim" yazamaz. Olası bir direnişin unsurlarını kararlardan çok yaşam ve özellikle sürecin kritik eşiği birleştirir ya da yan yana getirir. Bunun öncesinde, devrimciye düşen, sürecin merkezi görevlerini belirlemek ve bu görevler için en uygun araçları kullanarak toplumsal mevziler elde etmektir. Evet, ittifaklar bir günde ortaya çıkmaz, öncesinde kimi sürtünmelerin de göze alındığı bir temas yüzeyi yaratılması gerekir. Bununla birlikte, ittifak ya da işbirliği arayışı, tarafların kendi siyasal ya da ideolojik kimliklerini taktik nedenlerle törpülemeleri sonucunda değil, aynı önceliklerle hareket etmeye başlamalarıyla birlikte somut karşılık bulabilir.

Bunun sonrasında aynı saftaki değişik güçlerin ideolojik ve siyasal etkileşim içerisine girmesi, temel olarak karşılıklı tavizler ve şirin gözükme merakıyla değil, mücadelenin şekil verme özelliğiyle ilgilidir ve yine bir karar ya da planlama konusu olamaz.

Şimdi bütün bu söylenenleri Türkiye'ye taşıyalım. Ülkemiz kritik eşiği geçmiş midir?

Daha ne bekleyeceğiz diye sormak mümkündür, ülkemiz farklı bir "işgal" pratiği yaşıyor demek mümkündür, gün bugündür diye kestirip atmak da...

Lâkin Türkiye'de toplumsal kesimleri ve siyasal aktörleri hızla konum belirlemeye zorlayan ve kutuplaşmayı belirgin bir biçimde tetikleyen bir evreye girildiği söylenemez. Türkiye hâlâ birden fazla başlığın iç içe geçtiği, bir sadeleşmeden çok düğümlenme halinin yaşandığı bir ülke. Zaten bu nedenle solda "ittifak" arayışını her şeyin üstünde tutanlar hızla kişiliksizleşiyorlar. Şu hale bakın, militarizm ve faşizm tehlikesine karşı demokrasi güçleri; şeriat tehlikesine karşı laik güçler; emperyalizme karşı ulusalcı güçler!

Aranıyor!

Bugün solda siyaset yapan bazı aktörlerin bu arayış içerisinde başlarının döndüğü açık, daha da ilginci bugün toplumda "ben solcuyum" diyen birçok kişi için aynı dağılma söz konusu.

Bu dağılmanın gerçek bir temeli var elbette. Militarizme, örneğin 12 Eylül ruhuna karşı koymak, aydınlanmacı bir kimlikte ısrar edip gericiliğe prim vermemek ve yurtseverliği adım adım örmek, bütün bunlardan sol vazgeçemez.

Ancak ortada fol yok yumurta yokken kimle, neden ittifak yapacaksınız?

Kendi kimlik ve mücadele hattınızı ortaya koymadan ve bunu toplumsal bir zemine taşımadan ancak başka değirmenlere su taşırsınız.

Türkiye yukarıda saydığım başlıkların her birisinin her an diğerlerinden öne çıkabileceği dinamik bir ülke. Demek ki, iddialı bir devrimci özne toplumsallaşma sürecinde bu saflaşmaların hepsine yer bırakacak.

Ancak eldeki verilerle baskın, yani diğer başlıkları kendisine tâbi kılma özelliği taşıyan gerilim hattını belirlemek ve ona uygun bir strateji örmek de, devrimci siyasetin kurallarından birisi.

Burada, bölgemizdeki örneklerin de işaret ettiği gibi, emperyalizme karşı mücadele öne çıkıyor, olası bir kutuplaşma en fazla işbirlikçilik/yurtseverlik karşıtlığına işaret ediyor.

Tarif, bizim kendi tarifimizdir, oysa kutuplaşmaya daha farklı anlamlar da yüklenecek ve her anlamlandırma ülkenin kaderini etkileyecek eksen kaymalarına neden olacaktır. En kaba ve kapsayıcı ifadeyle, yabancı olanla yerli olanın saflaşmadır bu; dinler ya da medeniyetler arası bir çatışmaya yerleştirilebilir, kutup başlarından birisi sermayenin sektörel ve konjonktürel tercihlerini arkasına alan bir milliyetçiliğin belirlenimi altına girebilir... "İşbirlikçilik/yurtseverlik" kodlaması ise bize aittir.

Bunun arka planında çok açık ki, emek-sermaye çelişkisi vardır.

Eğer, Türkiye'nin yakın geleceğinde emperyalizmle ilişkilerden kaynaklı bir kriz bekleniyorsa ya da yaşanmakta olan krizin özel ve sıcak bir evreye gireceği tahmin ediliyorsa, bugün işbirlikçilik/yurtseverlik ekseninde bir taraflaşma için kolları sıvamak, bu taraflaşmaya emek/sermaye çelişkisini yedirmek ve başka eksenleri büsbütün devre dışı bırakmadan bu ana eksene tâbi hale getirmek gerekir.

Aynı önceliklerle hareket eden aktörler aynı kulvara yönelirler, aynı kutup başına şekil vermek için birbirleriyle ideolojik ve siyasal bir rekabet içerisine girerler ancak taraflaşma keskinleştikçe mücadelenin sivri oklarını diğer kutup başına çeviriler.

İşte Türkiye bugün öncelikli olarak eksenini bulma, yani taraflaşma konusunu toplumsal planda şekillendirme aşamasındadır. Bu şekillenme sürecinde hangi aktörlerin yan yana geleceğine ilişkin ancak kimi öngörülerde bulunulabilir ancak peşin formüller yazılamaz.

[email protected]

yazici   mail