www.soL.org.tr
Pis kokular...
Orhan Aydın 6 Mayıs 2008, Salı

TV ekranlarından beğeni ya da "kötü alışkanlık" hali ile seyrettiğiniz dizilerde, o dizi çalışanlarının haklarını alamadıklarını bilseydiniz, acaba ne yapardınız?

Bunu gerçekten merak ediyorum.

Ama, bütün bunlara ve bu alanda yaşanan bir sürü yasa tanımazlığa, bu ülkenin Kültür Bakanı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı ve Hükümeti ne der onu daha çok merak ediyorum.

Dizi setlerinde acımasızca yaşanan ve sizlerle medya gruplarının hiç birinin paylaşmadığı bir gerçeği paylaşmak istiyorum.

Biliyorsunuzdur. Uzunca bir zamandır, yani bu memlekette antenler çoğaldığından beri, "dizi sektörü" denen yeni bir iş alanı, kendiliğinden oluşmuş durumdadır.

İşte bu alan, tamamı ile denetim dışı çalışmaktadır.

Yani devlet, bu alanla olan ilişkisini düzenlemiş değildir.

Buna gerek de duymuyor.

Oysa, bu alanda çalışanlar, ulusal kanallardan büyükçe çoğunluğunun yayınlarının yüzde yetmişine "iş" yetiştiriyorlar.

Tanım yerinde ise, bu işlevlerini yerine getirmek için köle gibi çalışıyorlar.

Her dizinin her bölümü için, yüzlerce insanın çalıştığını lütfen unutmayın.

Yazarından, yönetmene, oyuncuya, kamera grubuna, ışık ekibine, asistanlara, ulaştırma ve set çalışanlarına, dekor-kostümden sanat yönetmeni oradan seslendirme ve montajına yüzlerin de üstünde insan çalışıyor.

Bir de her ekibin satın aldığı hizmetler var ki çalışanların sayısı daha da artıyor. Yemek sektörü, figürasyon ajansları gibi.

Bu ajans ve figürasyon bahsi zaten başlı başına bir sömürü alanı.

Sürekli insan öğütüyor ve hiçbir kaydı yok. Bu çarkın nasıl işlediğini zamanla sizlere anlatmak isterim, şaşakalırsız.

Bu dizilerde çalışanların büyükçe bir çoğunluğu haklarını alamıyorlar.

Nasıl mı oluyor!

Hemen hemen tamamına yakını sigortasız  çalışıyor.

Yüzde doksan çoğunluğun sendikası yok.

Zaten sendikalı olanın da sendikal hakları yok. Çünkü yasalar el vermiyor.

Hiçbir ekibin sağlık güvencesi yok.

İş güvenliği ve iş güvencesi de yok.

Bunlar haklardan sayılmıyor.

Daha başka şeyler de yok. Fazla mesai yok, hastalanma hakkı yok.

İzin hakkı sıfır.

Daha iyi yemek hakkı yok, daha iyi ulaşım hakkı yok.

Çalışma saatlerinin düzenlenmesi yok.

Bütün bunların yanında emeğinizin karşılığı hiç yok.

Çalışanların büyükçe çoğunluluğunun, "içerden alacağı var". Bazen beş bölüm bazen daha fazla.

Çekimi bitmiş, en az üç bölüm yayınlanmış ama parası "henüz alınmamış" işler var.

Ortadan kaybolmuş yapımcılar, ajanslar var.

"Haftalık sistemi" denen sistem, nerede ise iflas etmiştir.

"Günde 16 saat ve haftanın her günü çalışmak" tanımlamasının açıklanması gerçekten zordur.

Repo yapmadan çalışan setler var.

Yayın yetiştirmek ya da stok yapmak derdinde olanlar bazen iki ekip halinde çalışmaktadırlar.

Görüldüğü gibi, çark müthiş bir hızla dönmektedir.

Sistemin kendi yarattığı birkaç acımasız kural yine her şeyin belirleyicisi oluyor.

Reyting denen canavar, tüm verilerin üstünde bir kıskaca sahiptir.

Hangi programın batıp, hangisinin çıktığının  göstergesi olan bu kıskaç, nasıl bir yöntemle çalışır açıklaması yok.

Bilenen birkaç yöntem de sağlıksız sonuçlara götürüyor.

Ama bu reyting her ne hikmetse, her şeyin belirleyicisi oluyor.

Reklam pastasından kimin ne kadar alacağını da, dizinin "kaç para" edeceğini de.

Bu kadar insan, aslında reyting için çalışıyor diyebiliriz.

Bu hükümet ve onun Kültür bakanı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı bütün bu tanımladığımız durumlara  göz yummaktadırlar.

Hele bu işin devletin televizyonu ile olan ilişkiler ağı var ki sormayın.

Oradan, Fethullah'ın müridi yapımcıların, ırkçı ve dinci söylemlerle dolu işlerinin pis kokuları yükseliyor.

Bu duruma  hemen son verilmelidir.

Dünyanın hiçbir çağdaş ülkesinde bu sistem böyle işletilmemektedir.

Örnek alıp her gün secdeye geldikleri ülkelerde, bu uygulamalar insanlık ayıbıdır.

En azından o ülkelerde; örgütsüz, sendikasız tek çalışan yoktur.

Dahası "güvencesiz işçi çalıştırmak" suçtur.

Oysa bizim  çalışma yasalarımızda, bu alandaki mesleklerin tanımlaması bile yoktur.

Kime yönetmen, kime yapımcı denir, kime oyuncu, kime set çalışını bilinmemektedir.

Tanımlaması olmayan işin, hak tanımlamasını istemek ise yasalar karşısında elbette komik bir durumdur.

Hak almak için gittiğin mahkeme kapılarında, yazılı-görsel belge gösteremediğin sürece hakkın da yoktur.

Yazının başında karşılaştığınız sorunun,  aslında insani değerlerimize sahip çıkma aralığında durduğunu hepimiz biliyoruz.

Ancak, her gece insanlığa pembe hayaller anlatarak zaman geçirtilen ekranların, yalnızca bu açıdan bile bir sömürü aracı olduğunun ortaya çıkması ilginç olmalı.

Bu ülkede, sistemi  kendine göre düzenleyen AKP'nin, artistik yaratı alanı olan TV alanına "artizlik" gözlüğü ile bakması elbette şaşırtıcı değildir.

Olması gereken ise, alanın bir an önce, uluslararası anlamda kabul görmüş seviyelere çekilmesini sağlamaktır.

Bunun içinde dizi sektörü denen, bu yeni ve kendiliğinden gelişen yapılaşmanın sağlıklı bir biçimde örgütlenmesi gerekmektedir.

Emeklerin üstüne çöreklenmiş kara akıllardan kurtulmanın tek yolu budur.

Amacım "dizi keyfinizi" kaçırmak değil elbette. Ama, 21. yüzyıldayız ve çoğunluğu tiyatro oyuncularından oluşmuş ya da "okul bitirmiş" yaratıcılardan oluşmuş bir alana karşı, AKP'nin yaklaşımının ne olduğunu ve bu sistemin bu insanların posalarını çıkarmak için nasıl baskül gibi çalıştığını birlikte görelim isterim.

[email protected]

yazici   mail
Demokrasinin genişi
Aydemir Güler
Pis kokular...
Orhan Aydın
İşte AKP, işte AB, işte demokrasi!..
Özgür Müftüoğlu